Aşka inanmazdım. Doğruya doğru bu zamana kadar aşk denilen şeyin deli saçması bir şey olduğunu düşünüyordum. Yani pek bir mantıklı açıklaması yoktu. Belki de her şeye mantıkla yaklaşmaya çalıştığım için duygusal şeylere olan inancım yoktu ama kısacası inanmazdım işte. Bu durumu biyokimyasal bir süreç diye açıklayabilecekken, kalbin şöyle böyle hissetmesi, böyle böyle olması diye zırvalamak pek bana göre değildi.
Bana göre olmayan daha pek çok şey vardı. Masal dinlemek ya da anlatmak gibi. Masalları da sevmezdim çünkü her birinin gerçek olmadığını bile bile oturup vaktimi onları dinleyerek geçirmek pek benlik değildi. Huyum kurusun, gerçekçilik işte. Odamı paylaşmak da benlik değildi. Erken kalkmak, uykusuz kalmak, güneşsiz havalar...
Ama tüm bunları gözünüz kapalı bir kenara atmanızı sağlayacak biriyle tanıştığınızda mantığınızın da, huylarınızın da bir önemi kalmıyor. Yani kalmıyormuş...
Mesela Beomgyu'nun kabus görüp uyandığı geceler uykusuz kalmaktan nefret ettiğim gerçeğini unutmam ve bunun bir öneminin bile kalmaması gibi. Bütün gecemi ona masallar anlatarak geçirirken bundan oldukça hoşnuttum. O uyusa bile sabaha kadar hayran hayran onu izlerken, bebek pudrası kokan saçlarını okşarken ve güzel mi güzel kirpiklerini neredeyse yüzüncü kez baştan izlemeye başlarken bu durumdan hiç mi hiç şikayetçi değildim. Bir gece daha onu izlemek için her şeyimi verirdim. Bir gece daha ona masal anlatmak için her şeyden vazgeçebilirdim.
Mesela güneşi sevmeme rağmen o sevmediği için kapalı alanlarda gezerken de mutluydum. Güneşsiz havalardan nefret eden ben, Beomgyu'yla yağmurun altında öpüşmekten de dans etmekten de, koşmaktan, yürümekten de hoşnuttum ve öyle hoşnuttum ki bunu sevmediğim gerçeğini bile unutmuştum.
Odamı paylaşmak...Beomgyu'yla uyuduğum ilk gün kendime şaşkınca daha önce bu anı yaşamadan nasıl nefes alabildiğimi sormuştum. Onunla sarılıp uyuduğumda odamı paylaşmayı sevmediğim gerçeği de silinip gitmişti böylece ve ben kendimi her gece Beomgyu'yla bir kere daha uyuyabilmek için tanrıya yalvarırken bulmuştum.
Ona erken kalkıp yemek hazırladığım günlerde de bir sonraki gün de bunu yapabilmek için tanrıya yalvardım. Bir gün daha yaşamak ve Beomgyu'yu bir gün daha görebilmek, ona bir gün daha yemek yapabilmek için.
Bu aşk denen şey neydi, nasıl bir şeydi bilmiyorum ancak bildiğim tek şey kalbimin Beomgyu'nun yanında ağzımdan çıkacak kadar şiddetle atmaya başlamasıydı. Bu aslında birkaç sene öncesine kadar benim için kulağa korkutucu gelebilecek şeylerden biriydi. Kalbinin korkunç bir şekilde atması...ancak şimdi kulağa korkunç gelen bu şeyin verdiği hissi hatırladıkça midemde uçuşmaya başlayan kelebekleri hissedebiliyorum. Ah sahi, önceden bu kelebekleri de yadırgayabilecek düşüncedeydim ancak şimdi gün içinde en çok karşılaştığım şeyler onlar.
İşin aslı, aşk bir duygudan çok karşınızdaki insan aslında. O kişi size ne hissettirirse, ne yaşatırsa aşkı öyle tanırsınız. Ancak bu aşkı sadece tek bir kişide deneyimleyebileceğiniz anlamına da gelmez. Hayatınızda önünüze çıkacak her kişi size aşkı daha farklı tanıtabilir. Bu yüzden de 'İlk kez' gibi şeyler söyleyebiliriz zaten. Her başka kişi size başka bir şeyin ilkini yaşatabilir ve siz farklı aşkları görebilirsiniz.
"Yeonjun çocuğu kaybedeyim falan deme sakın! Bak geçen gün birlikte kekleri ilk bulan kazanır gibi saçma sapan bir yarışma yaptığınız için üç saat parkta Daniel'i aradık unuttum sanma. Duydun mu sen beni?"
Mutfak camından duyduğum tanıdık sesle gülümserken kalbim yine her zamanki gibi hızlı atmaya başlamıştı. Beynim sesini algılar algılamaz burnum etrafta bebek pudrası kokusu aramaya başlarken, terlemiş ellerimi eşofmanıma sildim ve diğer elimdeki çiçeği yüzüme tutarak zili çaldım. Tamam, belki çok klişe bir merhaba sürprizi olacaktı ama klişeler iyidir. İyidir değil mi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
fate • taegyu
Fiksi Penggemar"Japon mitolojisine göre tanrı birbirlerinin ruh eşleri olan çiftleri serçe parmaklarından görünmez kırmızı bir iple birbirine bağlarmış. Parmağına bak, iplerimizin birleştiğini görüyor musun?"
