LEE TAEYONG
Kuzey'den sağ sağlim çıktıktan sonra bir gece Yuta ile dışarı çıkmıştık. Gecenin geç saatlerine kadar sokaklarda dolaşmış, duvarlara graffitiler çizmiştik. Ellerimizdeki boyaları çalkalarken evlerindeki insanların bizi duymasından korkmuyorduk. Kıkırdayarak koşuyor, kovalamaca oynuyorduk. Belediye başkanının mahallesine kadar gelmiştik. Yüksek bahçe duvarlı, elit bir mahalleydi. Buralara boya sürmemeye karar verdik, bir kere daha nezarete düşüp Ten'den azar işitmek istemiyordum.
Sabahlamayı düşündük, mahalleden çıktığımız anda bir kenara oturup biralarımızı hızlıca bitirirken dertleşiyorduk. Yuta şu anda burada olmaktan nefret ettiğini söylediğinde kutu biramı ayaklarımın dibine koydum ve ona baktım. Henüz başım dönmüyordu, gayet ayıktım.
"Ailem Japonya'dan Amerika'ya göç etmek için Kore'de duraksamasaydı belki de çok iyi bir hayat sürüyor olabilirdim." dediğinde tekrar önüne döndüm. "Beni burada bıraktıkları için onlardan da nefret ediyorum."
Ne cevap verebilirdim ki buna? Yuta ile tanışmamış olmayı dilerdim. Amerika'ya sağ salim gidebilmesini ve benimle ilgili hiçbir şey bilmiyor olmasını... Ben de iyi bir ailede büyüseydim belki iyi bir okula giderdim ve Yuta ve diğer çocuklarla hiç tanışmazdım. Goeun ile de tanışmamış olurdum. Açıkçası bunu diler miydim bilemiyorum. Eğer bilseydim, polis akademisine gider ve onunla yine arkadaş olurdum.
"Baban bir göt olmasaydı sen de rahat bir hayat sürüyor olurdun." dedi Yuta. Alayla güldüm ve kafamı salladım. Benden daha iyi anlatmıştı durumumu.
"Evet," dedim. "Babam onu öldürmem için bana sebepler vermeseydi burada olmazdım."
"Ablanı hiç araştırdın mı?"
"Sanırım hukuk okuyordu. Beni hiç düşünüyor mu bilmiyorum."
"Her şey güzel olabilirdi." dedi Yuta. Birasını bitirdikten sonra ayağıyla ezdi. Ben de son yudumlarımı aldım, "Olmadı." dedim ve aynı şekilde ezip tekmeledim.
Kafamız bir birayla güzel olmazdı bizim. Başımız bile dönmüyordu emindim ki. Ancak ikimizin arasındaki o boğucu ve ağır hava, sarhoşmuşuz etkisi veriyordu. Issızdı bu saatte sokaklar. Soğuğun kendine has kokusu gece kokusuyla karışmıştı ve ciğerlerime doluyordu. Sekmeye başladım, Yuta benden öndeydi ve iki elinde sprey boya varken hızlı hızlı yürüyordu.
Üst geçide merdivenden değil yokuş kısımdan çıkarken koşmaya başladık. Hafif eğri yollardan yürürken hızımızı alamıyorduk, tüm geçit bize kaldığı için o bağırıyorduk ve gülüyorduk. Merdivenlerden aşağı indiğimizde arkamızdan bir ses geldiği için irkildik ve duraksadık. Başımı omzumdan arkaya çevirdiğimde merdivenin başında dikilen bir polis memuru gördüm. Belindeki silahı, her an bir şey olması durumunda kılıfından çıkaracak şekilde kavramıştı. Kaşlarını çatıp yüzümü inceledi. Beni daha önce görmüş olmalıydı. Çaktırmadan yanımdaki Yuta'ya baktım. Ona "Kaçalım." diye fısıldadıktan sonra engel olmasına fırsat vermeden koşmaya başladım. O da bana yetişmişti ama kontrol etmek için arkamı döndüğümde karnımdaki acıyla, nefes alamayıp yere düşmüştüm.
Gözümün önüne o polisin yüzü gelmişti bir anlığına. Babamı evde kanlar içinde bırakıp kaçtıktan sonra yakalanıyor konumuna gelmiştim bir süreliğine. Polisler tarafından aranıyordum ve kaçmaya devam ediyordum. O şerefsiz yüzünden hayatımı mahvedemezdim. O zaman tanışmıştım belediye başkanıyla. Ablamı yetimhaneye, beni de hapse attırmak için çalışacağını söylediğinde, henüz belediye başkanı konumunda değildi. Kuzey'de onu görmek benim için bir şok yaratmıştı. Bilseydim onu kurtarmak için Goeun'a yardım etmezdim. Bu yola bir kez girdikten sonra devam etmek zorunda kaldığım için kendimden tiksinmiştim. Ona bir kez de ben vurmak, hatta öldürmek istemiştim.
Yere yığılırken Yuta'nın bana eğilmesiyle görüş açıma girdi. Karnım daha çok acırken, nefes almam zorlaşmıştı. "O gitti." dedi, polisi kastediyordu. Muhtemelen diğer memurları almaya gitmişti. Yuta omzuma girip beni kaldırmaya çalıştığında karnıma baktım. Polisin kurşunu sağ tarafımı delmişti. Beyaz tişörtüm kana bulanmıştı. Yuta boşta olan eliyle telefonunu çıkardı.
"Jungwoo-ah, konum atacağım. Gelebilir misin?" dedi. Panik olduğu, sık nefeslerinden ve titreyen sesinden anlaşılıyordu. Jungwoo'nun sesini duyabiliyordum. Anlamıştı bir şey olduğunu. Nefes alamıyordum ve boğazımda bir şey varmış gibi sesler çıkarıyordum. Acımdan ağlayamıyordum bile. Goeun'ı düşündüm ister istemez. Uzun süre sonra ilk düşündüğüm şey olmuştu. Yüzü gitmiyordu gözlerimin önünden. İki büklüm olmuş bekliyordum.
Jungwoo gelip arabayla aldı bizi. Eve ulaştığımızda ikisi koluma girmiş, arabadayken tişörtümden yırttıkları ve karnıma sardıkları parça kana bulanmıştı. Evdeki herkes neler olduğunu anlamadıkları için evi derin bir uğultuya boğuyorlardı. Odama çıkartıp beni yatağa yerleştirdiler. Ten, Jungwoo'nun yanına gelip biraz konuştuktan sonra -kulağım çınlıyordu, duyamamıştım- tişört parçasını değiştirdiler. Yuta'ya seslendim. Kanı durdurmuşlardı. Hâlâ kısa bir zamanım vardı, çünkü tekrar kanayacağını biliyordum, içimde kurşun vardı.
"Yuta-ah, sana söylediklerimi yaz ve Goeun'a ver, lütfen," Yuta başıyla onaylayıp masaya geçti.
"Bu mektubu Goeun'ın yurt kapısına bırakacağım. Taeyong böyle istemişti," dedi Yuta buruk bir ifadeyle elindekine bakarken. Jungwoo başıyla onaylayıp araba anahtarlarını yavaşça Yuta'ya attı. Yuta da Ten ile beraber -Goeun'ın adresini o biliyordu- kızın evine gitti.
Ten binanın içine girmeyeceğini söyleyip Yuta'yı tek gönderdiğinde arabaya yaslanmış, anılarını tazeliyordu. Goeun polis olduğundan ve Taeyong da hırsızın teki olduğundan, bu da yetmiyormuş gibi kişilikleri zıt olduğundan, Taeyong'un Goeun'ı bu kadar çok seveceğini düşünmemişti. Ancak Taeyong kendine bile itiraf edemediği duygularını, belki de çok gizlediği için kendinden bile saklı tuttuğu sevgisini söylemeye fırsat bulamamıştı hiç.
Taeyong ise Goeun'ın başına dert açabileceğinden sevgisini söylememeyi tercih etti. Onun ne ara bir polise aşık olduğunu bilmiyordu. Çoğu zaman güler yüzüyle, bazen de soğukkanlı bakışlarıyla, ne olduğunu kestirmek zordu. Goeun ise utansa da belli etmemek için Taeyong'a çıkışıp durur, bazen de kendini kaybedip çocuğa sarılmak gibi aptalca şeyler yapardı. Goeun'ın ödün vermez yapısı ve Tae'nin gürültülü kişiliği uyuşmuyordu ama zıt kutupların birbirini çektiği düşüncesini kanıtlamıştı.
Yuta, Goeun'ın dairesini öğrenip asansörle kapısına gitti. Kapının sağında bir zil, altında bir posta kutusu vardı. Üzerinde ise bir tavşan yapışkanı, muhtemelen Taeyong'un kızı düşünüp aldığı paketlerden çıkmıştı. Yuta gülümseyerek elleri içinde camdan bir ayakkabı gibi tuttuğu mektubu, gri bir tavşanın posta deliğini gösterdiği yere bıraktı. Muhtemelen içindeki tek şey Yuta'nın attığı mektuptu. Derin bir nefes verdi. Ten'in yanına gitmek için hızlı hızlı yürüdü.
Goeun ağzında dış fırçası, üzerinde salaş kıyafetleri ve tüylü terlikleri ile tam ev halindeydi. Nedense, kalktığı zamandan beri içinde garip bir sıkıntı vardı. Ağzını çalkalarken kapı çaldı, hızlıca tükürüp yetişti. Dış kapıyı açtığında faturaları posta kutusuna attığını söyleyen bir görevliyle karşılaştı. Goeun merakla anahtarını aldı ve posta kutusunu açtı. İçinde faturalardan sıyrılan, uzun zamandır görmediği bir mektup vardı. Uzun ve zayıf parmaklarıyla mektubu kavradı.
"Ailemden mi acaba?" diye düşünerek içeri girdi. Küçük odasını kendine göre düzenlemişti, artık duvarlar iç karartmıyordu. Zaten parasını biriktirip taşınacaktı, bunun için küçük aksesuarlar ile güzel bir oda yapmıştı kendine. Yatağa oturup mektubu inceledi. Üzerinde hiçbir adres, not veya bir isim yoktu. Narince mektubu yırtmadan açtı ve katlanmış kağıdı içinden aldı.
"Babam benden intikamını aldı."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
✔️ thief and cop | lee taeyong
FanfictionNAME | THIEF AND COP INTRO | "Adın?" diye sordum. Biraz düşündü. Yüzündeki alaylı ifade silinmiş gibiydi. Bakışlarını ayakkabılarına çevirmişti. "Lee Taeyong." dediğinde aynı anda birbirimize baktık. Ondan gözlerimi kaçırmadım. "Yaş?" "Yirmi bir." O...