"Elektrik kaynağı nerede?" dedi Taeyong telsize. Cızırtıdan sonra Doyoung'un sesi geldi.
"Bizim kameraların birinde devrelerin olduğu bir oda var." dedi Doyoung. Taeyong bana baktı. Sanırım beraber gidecektik. "Pekala, Goeun ile ben elektriği keseceğim." dedi tekrar.
Taeyong ile kimseyle karşılaşmamak için dikkatle yürürken ayak sesleri duymamızla birbirimize baktık. Neyseki birkaç adım sonra Doyoung'un söylediği odaya ulaşacaktık. Hızla odaya koştuk ve ses çıkarmadan içeri girdik. İçerisi zifiri karanlıktı, gözlerimizin karanlığa alışması için biraz bekledikten sonra, yanımıza aldığımız fenerler ile ışık anahtarını aramaya başladık. Duvardaki düğmeye bastığımda oda loş da olsa biraz ışıkla aydınlanmıştı. Taeyong bana baktı ve baş parmaklarını kemerine takıp, duvarda baştan sona sıralanmış kollara, düğmelere baktı.
"Hepsine basmamız mı gerekiyor?" dedi. Düğmelere yaklaşıp, herhangi bir yazı var mı diye arandım. Koreceydi ama bunların anlamlarını bilmiyordum.
"Kuzey Korece biliyor musun? " dedim. Yanıma gelip baktığında "Bu da ne?" dedi. Omuz silktim.
"Sana en çok 'elektrik düğmesi' gibi gelene bas." dedi. Ona baktığımda az önce yaptığım ifadeyle omuz silkti. "Mesela şu kol bana çok elektriği yönetiyor gibi geldi." deyip kolu indirdiğinde ışıklar kapandı. El fenerini yakıp, somurtarak yüzüne baktığımda alkış bekler gibi bir hali vardı. Taeyong'u itekleyerek kapıya yaklaştırdım.
"Aç da bak, dışarıda neler oluyor diye." dedim. Kapıyı tedirgince açtı ve iki yöne baktı. Geri kapatıp feneri gözüme gözüme soktu. "Kimse yok." dedi. Gözlerim kapalı bir şekilde başımla onayladım ve geldiğimiz yere geri gitmemiz gerektiğini söyledim. Kameraların olduğu odaya geri döndüğümüzde, cidden elektrikler yoktu, tek başımızaydık. Her an gelecek Kuzey'li askerleri bekliyorduk. Sessizce telsizi çıkardı, ben de kapıda gelecek askerleri gözlüyordum.
"Elektrikler tamam, sırada ne var?" dedim telsize.
"Yoona-sshi, ben ve Joohyun-nim başkanı aramaya çıkacağız," dedi Jaehyun. "Onların arkalarını kollamalıyız, yakalanabilirler." diye girdi araya Taemin. Haklıydı.
Yoona, Jaehyun ve Joohyun, Kuzeyliler harekete geçmeden önce başlamışlardı. Askerlerden hala ses çıkmıyordu, sanki bir anda hepsi mekanı terk etmiş gibi. Ellerindeki haritaları inceliyor, şüpheli gelen mekanlara ilerliyorlardı. Başkanın tutulduğunu düşündükleri yerlere gidip bakacaklardı.
"Ya en alt katta ya da en üst katta tutuyorlardır." dedi Yoona. Haklıydı, en alt kata hapsedilmiş olabilirdi veya en üst katta çok korunaklı bir yerde tutuluyor olabilirdi. Yoona, Jaehyun, Doyoung ve Joohyun üst katlara ilerleyecek; Kun, Taemin, Jungwoo ve Taeil orta katlarda gelip geçeni ve güvenliği sağlayacak; Taeyong, ben ve Youngho alt katlara inecektik.
Taeyong ve Youngho ile alt kata iniyorduk. Taeyong kendine takım ismi bulmuştu, bana ve Youngho'ya sorma zahmetinde bulunmamıştı. Taeyong ve diğerleri, diye düşünmüşken, çetenin daha havalı olacağı kanısına varmıştı. Alt katlarda askerlerin olmadığını kontrol eden polisler telsizle bildirmişlerdi. Elektrikler olmadığından asansör kullanılmıyordu ve bunun için merdivenleri kullanacaktık. Dikkatle merdivenleri inip fenerleri ve silahları ile koridorları arıyorduk.
Karşımıza çıkan ilk oda kilitliydi. "Anahtarı bulmalı mıyız?" diye sordum.
"Ben ararım." dedi Youngho sessizce. O yanımızdan ayrılırken Taeyong ile ikimiz diğer yönlere ilerledik. Elbette ilk kattan bir şey beklemiyorduk. Kuzey Kore, Güney Kore'nin belediye başkanını kaçırırsa, Güney'den ajanlar gelsin ve elleriyle koymuş gibi bulsun düşüncesiyle hareket etmezdi.
İkinci odaya korkakça yaklaştık. Bu oda kilitli değilse, içeride neyle karşılaşacaktık? Taeyong öne geçti ve kapı kolunu tuttu. Ben ise gelecek şeylere karşı silahımı kapıya doğrulttum. Taeyong'un, suçlu olduğu için, refleksleri güçlü olabilirdi ama ben eğitimini almıştım, Taeyong'dan iyiydim.
Kapı açıldığında karşımıza çıkan şeyle ikimiz de şaşkına döndük. Orada, sandalyenin üzerinde, bir adam vardı. Bedeninin yarısı sandalyenin kenarından düşecek gibi sarkıyordu, başından akan kan kolunun tamamına damlıyordu ve kolu kandan görünmüyordu. Yüzümü buruşturdum, kan kokusu tüm odayı sarmıştı.
"Bu ne böyle?" dedi Taeyong. Ne kadar zaman buradaydı bu? Adamın dağılmış kafasından hala kan akıyordu ve kolundaki kanın kurumasını beklemeden yeniden ıslatıyordu.
Taeyong'a bakıp adama yaklaştım. Silahının ucuyla adamın başından ittirdim ve yüzüne baktım. Öyle korkunçtu ki, yeni ölmüş olmasına rağmen yıllarca orda durmuş ve çürümüş gibi bir hali vardı. Derin bir iç çektim. Bizi de fark ederlerse böyle mi yaparlar, diye düşündüm. Taeyong anlamış gibi elini omzuma koydu. Ona baktığımda Taeyong elini omzundan ayırmadan beraber odadan çıktık.
O sırada bize gelen birini gördük. Youngho olduğunu anlamak için fenerleri ona doğrultmamız gerekmişti, Youngho ise ışığa alışmamış gözlerini kısarak durmayı başardı. Elindeki anahtarı sallayarak konuştu. "Anahtarı buldum, hangi kapının bilmiyorum ama deneyelim." dedi.
İlk baktığımız kapıyı açmıştı anahtar. Açıldığında, Youngho yeterince sakindi. Çünkü az önce Taeyong ile birlikte karşılaştığımız şeylerden haberi yoktu. Fakat, aynı odaya girmiş gibi, bir cesetle daha karşılaştık. Peki neden bu kapı kilitliydi, diğerlerinin aksine? Buradaki adam yerdeydi, her kim yaptıysa mücadele ettiği belliydi. Youngho, birden fazla yerinden vurulmuş adamla karşılaştığında burnunu tuttu. Odada ne kadar kapalı kaldıysa, koku her bir yanı es geçmeden esir almıştı. Ben ve Taeyong ise yarım dakikalığına uzaklaştığımız bu kokuyla tekrar burun buruna geldik.
Bu adamın kim olduğunu bilmiyorduk ama önemli biri olduğu belliydi. Kimsenin bulamaması için kilitliydi, anahtar en bakılmayacak yerdeydi. "Daha da aşağılara inmeliyiz." dedim sessizliği bozarak.
"Kim bilir daha nelerle karşılaşacağız..." diye mırıldandı Youngho.
"Merak etme, burada olacağız." dedi Taeyong Youngho'ya. Ellerimi destek olmak istercesine onların omuzlarına koydum.
"Ne bu karamsarlık? Daha gideceğimiz çok yer var, şimdi pes edemeyiz." dedim. "Bu kadarcık şeyden mi korkuyorsunuz? Belediye başkanını bulalım da defolup gidelim artık." Taeyong sırıttı. Youngho da belli belirsiz gülümsemişti.
Bir alt kata daha indiğimizde, el fenerlerinin koridordaki kan lekelerini aydınlattığını görünce Taeyong'u dürttüm. Bizim fenerlerimize ait değildi bunlar, başkaları vardı. Taeyong ise dalgınlıkla ve bir şeyler bulma amacıyla, fenerlere doğru gidiyordu. Hemen durdurmanın sebebini göstererek feneri işaret ettim. O da hemen Youngho'yu kolundan tutup durdurdu. Fısıltı gibi sesler geliyordu fenerlerden. Başkanın olduğu koridorlara girmiş olabilirdik.
Taeyong başıyla işaret edince el fenerlerimizi kapattık. Fenerler kapanınca gözümün karanlığa alışması biraz sürmüştü. Taeyong koluma girerek beni sürükledi. Geldiğimiz yönde geri gidiyorduk. Karşımıza çıkan ilk odaya girdik.
El fenerlerinin ışığı, kapının altından içeriye giriyordu. Buraya gelmişlerdi ama acaba bizi duymuşlar mıydı? Uzaklaşınca Youngho kapıya kulağını koyup dinlemeye başladı. Sonunda nefes verip bize döndü. "İşimize yaracak bir şey konuşmuyorlar," dedi. Gittiklerini umarak kapıyı açtı. Zaten karanlık olduğundan, kapı aralığından başını uzatan birini göremezlerdi. Bu sırada biz de ceset olup olmadığını, en azından yaşayan birinin olmadığını görmek için etrafı aradık. "Yukarı çıkıyorlar." dedi belli belirsiz. Askerlerin tamamen gittiğini anlayınca odadan çıktık.
Artık hem hızlı, hem dikkatli olmalıydık. Seri bir şekilde başkan buralarda mı tutuluyor anlamalıydık, aynı zamanda aniden karşımıza asker çıkmasın diye dikkatli hareket etmeliydik. Telsizden cızırtılar çktığında üçümüz de daha iyi duymak için farklı yerlere gitmiştik. Yan yana üç odaya girmiştik. Bu telsiz Kuzey'in bize verdikleriydi.
"Neredesiniz? Elektrik devreleri mahvolmuş, düzelmesi birkaç gün sürer." dedi biri. Endişeli duyuluyordu sesi. Ne diyecektik? Eğer bize verilen odalarda olduğumuzu söylersek gelip bakarlardı. En iyisi cevap vermemekti...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
✔️ thief and cop | lee taeyong
FanficNAME | THIEF AND COP INTRO | "Adın?" diye sordum. Biraz düşündü. Yüzündeki alaylı ifade silinmiş gibiydi. Bakışlarını ayakkabılarına çevirmişti. "Lee Taeyong." dediğinde aynı anda birbirimize baktık. Ondan gözlerimi kaçırmadım. "Yaş?" "Yirmi bir." O...