Komutanın vedasının ardından ortamın havası ağırlaşıyor, herkes burada belki ömürlerinde analarından babalarından çok zaman geçirdiği insanlarla helalleşebilmek için etrafa dağılıyor. Yaşar abi ve Semih'i arıyor gözlerim.
"Hadi Allah'a emanet fırtına!" Yerde ararken gökte bulduğum Yaşar abinin sesini duyunca elimdeki çantayı kenara fırlatıp vedalaşmak için yanına gidiyorum.
"Sen de Allah'a emanet ol dedem, hakkını helal et."
Hemen bırakmıyor beni, bir tur daha sarılıyor koğuşumuzun abisi. "Yok, öyle bedava helal etmem. İstanbul'a gelince bir çay ısmarlarsın anca ondan sonra."
Böyle şartlı tahliye karşısında boynumuz kıldan ince, "Ne zaman istersen."
Yaşar abiden son birkaç öğüt daha aldıktan sonra koğuştan başımı çıkarabiliyorum. Kendini naza çeken devremi bulacağımdan emin olduğum arka bahçeye yürürken ayaklarım geri geri gidiyor. Semih'i görünce omzumdaki çantayı bir kez daha düşürüyorum,
"Sarı!"
Ağır ağır arkasını dönüyor bizimki, "Ooo Fırtına'm! Erzurum'u yaktın içinde kardeşini bırakıp gidiyorsun ha!"
Açtığı kollarının arasına girerken söylenmeden edemiyorum, "İt herif, sevgilinin koynuna girmek için kaçıp da uzatmasaydın birlikte dönüyorduk şimdi."
Benden ayrılınca sarı saçlarını eliyle geriye tarıyor, elindeki sigarasını da dudaklarının arasına alıp öyle poz kesiyor. "Süt gibi kızdı Agah, inan otobüste başımı senin omzuna düşürmekten iyiydi kardeşim."
Parkasının cebinde olduğunu bildiğim pakete uzanıp bir dal da ben yakıyorum konuşmadan önce, "Sus lan tamam, yatak odana yeteri kadar dahil oldum zaten orası eksik kalsın."
Piç bir sırıtış beliriyor yüzünde, "En iyi kısmını kaçırıyorsun ama sen bilirsin."
Omzuna sağlam bir yumruk geçirirken yanıt vermek yerine gülüyorum. Bunları bitirip birer dal daha yakıyoruz. Benim diğerlerini yakalamam gerektiği için ikiden sonra, kısa süreli bir veda olacağına dair sözleşip ayrılıyoruz sarıyla. Askeriyeden otobüs terminaline gitmek için minibüslere doluşuyoruz. On sekiz aydır ekmeğini yiyip suyunu içtiğim Erzurum'a veda ediyor olmak garip hissettiriyor. Buraya ilk geldiğim gün gerekirse dağları delip gitmeye dair kaçış planları yapsam da nöbetlerde sümüğüm bile donarken tanıdığım tanımadığım herkesin ebesine sövsem de, şimdi İstanbul'daki belirsizliktense birilerinin yemek yediğim saatten işeyeceğim şekle kadar karışması daha rahat geliyor. Yapacak hiçbir şey olmadığından başımı geriye yaslayıp kestirmeden önce bizimkilere terminale gelinceye kadar bana dokunmamalarını söylüyorum. Hayırlısı.
*
Uzun bir otobüs yolculuğu sonrasında eve vardığımda en azından bizim çocuklara haber vermediğim için pişman hissediyorum. Yirmi saat koymadı da terminalden eve geçen o iki saat canımdan bezdirdi sanki. Zili çalarken birini evde bulmayı ummaktan başka çarem yok.
"Geldim, geldim!"
Beni görünce inme indiğinden korkacağım kadar uzun süre eli kapının kolunda, eşikte kalakalıyor annem. Müdahale etmezsem böyle sürecek belli,
"Bir hoş geldin yok mu annem? Böyle kapıda mı bekleteceksin oğlunu, hiç mi özlemedin kız?"
Sesimle birlikte çözülüyor, önce gözlerinden yaşlar süzülüyor sonra hızla kollarımın arasına giriyor.
Titrek bir ses ile soluyor adımı, "Agah!"
Buradan sonra başıma gelecekleri az çok bildiğimden işi şakaya vuruyorum, "Oh çok şükür, vallahi adımı unuttun diye korkmaya başlamıştım valide sultan!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Lokma (Tamamlandı)
Short StoryBi' limanken tanıdığımız Agah Dilmen'in, fırtınalar estirdiği zamanlarda geçen hikayesine hoş geldiniz. *Gül İmparatorluğu ile çok feci ilişiktir, Mete Dilmen'in hamuru bu adamdır sonuçta canım! ** http://open.spotify.com/user/31qkhp7klkplruaqei6whn...