2

946 121 127
                                    

Ağlamak ve kendinden milyon kat daha fazla nefret etmekle geçirdiği pazar gününün ardından sonunda pazartesi gelmişti. Yine alarmından önce uyanmıştı ancak bu kez kâbus görmüştü. Tam olarak ne gördüğünü hatırlamıyordu ama uyandığında ter içinde kalmıştı ve ağlıyordu. Bu halini aynada görünce o kâbusu hatırlamadığı için şükretmişti.

Yataktan kalkıp kafasını yol boyunca eğerek banyoya girdi ve hızlıca işlerini halledip geri odasına döndü. Dolabından okul formasını çıkarıp yine hızlıca üstüne geçirdikten sonra aynada saçlarına baktı ve eliyle biraz düzeltti. Çekmecesinden o çok sevdiği kirazlı nemlendiriciyi çıkarıp dudaklarına dikkatle sürdü. Annesi ya da babası bunu görse muhtemelen yaşayacak son üç saniyesi kalmış olurdu.

Aklına dolan bu tarz düşüncelerle hızla nemlendiriciyi yerine koydu ve masadaki siyah ince tokayı bileğine takıp çantasını aldı ve odadan çıktı.

Hiç vakit kaybetmeden ayakkabılarını giyip kendini evden dışarı attı ve derin bir nefes aldı. Cebindeki telefonu çıkarıp arkadaşı Jisung'a evden çıktığını söyleyen bir mesaj attı ve otobüs durağına doğru yürümeye başladı.

Aslında ailesi onu arabayla bırakmak için ısrarcı oluyordu ancak o tabiki bunu kabuk etmiyordu. Onlarla yarım saat boyunca aynı arabada kalmaya dayanabilecek gücü artık kalmamıştı.

Zaten çok yakınında olan durağa geldiğinde oturup otobüsünü beklemeye başladı. Bu sırada telefonunu çıkarıp sınıf grubundan atılan mesajları kontrol etti ve eksik bir ödevi olup olmadığına baktı. Her şeyinin tamam olduğunu teyit ettikten sonra gelen otobüsü gördü ve ayağa kalkıp otobüsün durağa yaklaşmasını bekledi. Otobüs durunca bindi ve cam kenarındaki boş bir yere oturup kafasını cama yasladı ve gözlerini kapattı.

Belki de haftalardır ilk kez hiçbir şey düşünmeden bir otobüs yolculuğu yapmıştı ve bundan zerre kadar şikayetçi değildi.

Otobüsten inince üç dakikalık mesafede olan okuluna neredeyse koşarak gitti ve bahçedeki öğrencilere göz attıktan sonra saçlarını eliyle tarayıp içeri girdi. İkinci katta olan sınıfına çıktıktan sonra sınıfın ortasında olan sırasına çantasını koydu ve çoktan gelmiş olan sıra arkadaşına gülümsedi.

"Günaydın Jisung."

Jisung bir elinde sandviç diğer elinde telefonuyla Hyunjin'e dönüp ekmekle dolmuş olan tombul yanaklarını elinden geldiğince gererek gülümsedi.

"Sana da günaydın Hyun!"

Hyunjin çantasını sıraya koyup Jisung'un koluna hafifçe vurdu.

"Önce ağzındaki lokmayı yut, Han."

"Emredersin, Hwang."

İkisi de kahkahalarla gülmeye başlarken sınıfa giren ikiliyle birlikte Hyunjin anında gözlerini yere eğmişti. Bunu fark eden Jisung, arkadaşının elini tutmuş ve hafifçe sıkmıştı.

"Günaydın Jisung, Hyunjin."

"Günaydın Seungmin. Ve tabii sana da Felix."

Felix. İşte Hyunjin'in yaşadığı tüm bu karmaşanın ve kendisine duyduğu nefretin sorumlusu olan isim. Ne zaman başladı bilmiyordu ya da ne kadar sürecek onu da bilmiyordu ama Lee Felix'ten hoşlandığını hatta ona aşık olduğunu biliyordu. Hemen gözlerinin üstünde biten sarı saçlarını okşamak, Tanrı'nın göklere sığdıramadığı yıldızların yer edindiği yanaklarında ellerini gezdirmek, minicik parmaklarını avuçları arasında tutmak ve o kırmızının en tatlı tonu olan dudaklarını nefessiz kalıp kalbi durana kadar öpmek istiyordu.

Bu duygular onun kendinden nefret etmesine ve iğrenmesine yol açıyordu. Bu yanlıştı, ona böyle öğretilmişti. Vakti gelince güzel bir kadınla evlenmeli ve mutlu bir aile kurmalıydı. Toplum algısına göre normal olan buydu.

take me to church | hyunlixHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin