quatre | merci

362 56 54
                                    

Bir hafta. Bir haftadır bana tek bir mesaj bile atmamıştı. Aramamış, evime gelmemiş ya da en ufak bir haber verme zahmetinde bulunmamıştı. Kendimi buna mecbur hissederek bir iki mesaj atmıştım ama elde edebildiğim bir sonuç yoktu.

Çekim bahanesiyle ülke değiştirdiğini öğrendiğimde de sinirlerim oldukça bozulmuştu. Bunu bana söylememişti ve ben kendim öğrenmek zorunda kalmıştım. Onunla ilgili bir şeyleri öğrenmem çok zor değildi ama olduğumuz konum bana söylemesini gerektiriyordu. Söylemese bile bir mesaj atmalıydı en azından. Arkadaşlık ilişkileri böyle yürüyordu sonuçta.

Bu bir haftada onunla ne yapmam gerektiğini düşünmek için yeterince zamanım olmuştu. Her ne kadar bana göre olmasa da mümkün olduğunca ona yapışık olmayı deneyecektim. O da böyle biriydi, sadece sana karşı böyleyim düşüncesini benimseterek bir şeyler yapabilirdim. Hayatıma giren kimseyle normal bir arkadaşlık sürdürmediğimden davranışlarımın nasıl olacağı konusunda pek emin olamıyordum ama bunu bir koz haline getirebilirdim elbette.

Elimdeki fırçayı yere bıraktıktan sonra kendime çektiğim dizlerime kollarımı sararak etrafı izlemeye başladım. Her gün buraya geldiğimde o geceyi düşünüp durmaktan kendimi alamaz hale gelmiştim.
Gerçekten de tüm günü birlikte geçirmiştik. Motorla gezdikten sonra önümüze çıkan küçük bir büfede yemek yemiş sonrasında stüdyoya geri dönmüştük. Benimle bir şeyler çalışmak istediğini söyleyip dakikalarca ısrar ettiği için ben tuvale çalışırken yanımda durmuş ve birkaç fırça darbesi bırakabilmeyi bile başarmıştı.

Gözlerim birkaç adım uzağımda, duvara yasladığım tuvale iliştiğinde yine sinirlendiğimi hissetmeye başlamıştım. Onu kafamdan çıkarabildiğim yoktu zaten, sürekli işi en hızlı şekilde bitirmenin peşindeydim ama o uzaklaşıp elimdeki imkanları yok etmişti şimdi. Arkadaşız diye diretip durmasına rağmen mesaj atmıyordu bile. Beni sürekli zorluyordu.

Oturduğum yerden kalkıp tuvale doğru ilerledim, kısa bir süre karşısında durup inceledikten sonra hışımla alıp yere fırlatmıştım. Sinirimi çıkaramadığımı hissettiğimden birkaç tekme savurup en sonunda tahtaları kırılana dek üzerine basmıştım.

Bu derece önemli gördüğüm resimlerime elinin değmesi bile hataydı. Doğru zamanı bulduğumda, ondan geriye hiçbir şey bırakmayacaktım.

Saat çoktan gece yarısını geçmişti, saatlerdir burada çizim yapıyordum ama kafamı rahatlatmaktan çok daha da doldurmuş gibiydim. O orospu çocuğunu düşünmeden beş dakika bile geçiremiyordum. Zaman geçtikçe sinirim daha da artıyordu sanki. Burada olsaydı üzerine atlamamak için kendimi sıkıyor olurdum muhtemelen.

Bıkkınca iç çekerek küçük buzdolabından birkaç gün önce getirdiğim biraları çıkardım. Beni rahatlatacak tek şey biraz çakırkeyif olmam gibi gözüküyordu. En azından öyleyken çok fazla düşünmeme fırsat bulamadan sızıyordum, benim en basit çözümüm buydu.

Kanepeye oturmak üzereyken çalınan kapıyla adımlarımı kapıya yönlendirmiştim. Ben kapıya gidene kadar birkaç kez daha çalmıştı bile. Minho ya da Jisung olduğunu tahmin edebildiğimden göz devirmeden edememiştim. Bu bir hafta boyunca sık sık buraya gelip benimle vakit geçirmeye çalışıyorlardı. Sinirlerimin bozuk olduğunu anlamaları zor olmadığından kendilerince yanımda olmanın iyi olacağına karar vermişlerdi.

"Daha fazla gelmenize gerek yok,"

Bu yüzünün hali neydi böyle? Dudağı ve sağ kaşı patlamış, kanları kurumuştu bile. O kadar baygın bakıyordu ki birkaç dakikaya düşüp kalacak gibiydi. Rezalet gözüküyordu.

Kelimeler ağzının içinde yuvarlanmıştı, düşünerek konuşmadığına bile emindim. "Bir şeyim yok."

Üzerindeki kazağı buruş buruş, hırpalandığı çok açıktı. Yüzünün başka bir açıklaması da olamayacağı için tahmin etmek zor değildi.

you can run, hyunlixHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin