Islak bir zeminde yatıyordum. Üzerimde hiçbir örtü yoktu. Yalnızca ince bir gömlek ve deri bir pantolon vardı üzerimde. Gözlerim kapalıydı ama ben ne giydiğimi ve uzandığım bu yerin, nerede olduğunu, hala anlayamadığım bir orman olduğunu, biliyordum. Son iki haftadır olduğu gibi yine aynı yerde gözlerimi açmıştım. Rüya görüyordum. Derin bir nefes alıp uzandığım yerden kalktım. Bütün kıyafetlerim çamur olmuştu. Birazdan da yağmur yağmaya başlardı zaten. Uzaktan iki demirin birbirine çarpma sesleri gibi sesler geliyordu. Bağrışmalar, acı dolu haykırışlar...
Arkamda ayak sesleri duymamla koşmaya başlamam bir oldu. Kaçıyordum, hep kaçmıştım. Kim tarafından kovalanıyordum, nereye kaçıyordum bilmiyordum ama mutlaka yetişmem gereken bir yer olduğunu hissediyordum. Koştum, koştum. Ama arkamdaki kişiden kaçamadım. Ayağım takıldı, yere düştüm. Düşmemle eş zamanlı sırtımın sol yanında bir acı hissettim. İki haftadır hissettiğim aynı acıydı bu. Rüya gibi değildi. Sanki gerçekten birisi beni arkamdan bıçaklamıştı. Zor da olsa düştüğüm yerden kalkmaya çalıştım. Hala vaz geçmemiştim. Ulaşmaya çalıştığım yer çok önemli olmalıydı. Zorla dizlerimin üstüne kalktım. Arkamdaki kişi konuşarak bana doğru yaklaşıyordu ancak cümlelerini ayırt edemiyordum. Yaklaştıkça yaklaştı. Kafamı eğdim. Ayağa kalkamayacaktım. Ve şimdi de gözyaşlarım ben ne olduğunu anlayamadan yüzümü ıslatmaya başlamıştı. Artık yağmur da yağıyordu.
Dizlerimin üstünde, başım öne eğik bir şekilde oturuyordum. Ağlıyordum ve yağmur kıyafetlerimi ıslatıyordu. Artık ezbere bildiğim iki çift bot, sağ botun bilek kısmında biri ters biri düz iç içe geçmiş iki üçgen vardı, tam önümde durdu. Elinde tuttuğu gümüş kılıcın ucu yere değiyor, parlıyordu. Birazdan ne olacağını biliyordum. Ellerim kendi kanımla bulanmış, iki yanıma düşmüştü. Yağmur kanı temizlemiyordu. Ne kadar istesem de başımı kaldırıp önümdeki kişiye bakamadım. İki haftadır da bakamamıştım. Önümdeki kişi bir şeyler daha söyledi. Anlamadım. Sesi sanki suyun altından konuşuyormuş gibiydi. Artık sonuna gelmiştik. Birazdan ölecektim ve katilimi bilmeyecektim.
Gümüş kılıcı tam kalbime sapladı. Acısını her yerimde hissettim. Öne doğru yalpaladım, kılıcı geri çekti ve yavaşça benden uzaklaştı. Yüz üstü yere yığıldım. Ayak sesleri uzaklaşmaya devam etti. İleriden gelen bağrışmaları ve tınlama seslerini hala duyuyordum. Zor da olsa yavaşça yan döndüm ve sırt üstü yatmaya çalıştım. Artık gökyüzüne doğru uzanan ağaçları ve karanlık gecede güneş gibi parlayan ayın hilal halini görebiliyordum.
Buruk bir tebessüm yer aldı yüzümde ve yavaşça gözlerim kapandı. Artık öldüğümü, bu anın benim ölüm anım olduğunu her nasılsa bir şekilde biliyordum.
Sahne değişti. Bütün acılarım gitmişti. Bu anında ilk gördüğüm andan öncesine ait olduğunu biliyordum. Büyük tarihi bir binanın önünde duruyordum. Bina yüz yıl önce yapılmış gibiydi. Duvarlarının yarısından fazlasını sarmaşıklar kaplamıştı. Oldukça büyük bir bahçesi vardı ve ben bahçenin ortasında bulunan süs havuzunun, o da eskimiş taşlardan yapılmıştı ve şelale gibi tam ortasından sular dökülüyordu, bir kenarında taş binanın önünde duruyordum. Üzerimde okul forması gibi siyah bir etek, siyah sağ cep kısmında ne demek olduğunu anlamadığım bir sembol olan gömlek vardı. Ayağımda siyah botlar vardı ve kenarları çamur olmuştu. Sanki buraya kadar yeni yağmur yağmış bir zeminde koşmuştum ya da yürümüştüm. Etrafımda dönüp çevremi tanımaya çalıştım ancak zaten nerede olduğumu biliyor gibiydim. Sadece adı bir türlü gelmiyordu aklıma. Taş binaya yakın belki yüz metre kadar ilerde büyük bir orman vardı. Orman diyorum çünkü ağaçların sonunu göremiyordum. Ormana doğru bir adım atacakken duyduğum seslerle olduğum yerde durdum ve kafamı süs havuzunun diğer tarafına doğru çevirdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ay ve Güneş
FantasyAYDINLIK VE KARANLIĞIN SAVAŞI Krallığı adına seçim yapan bir baba. Çocuğunu kaybettiğinden habersiz bir kraliçe. Yalana bulanmış yüz yıllık kehanet ve kandırılan krallıklar. Yaklaşan savaş. İhanetin bıçağıyla gelen ikinci bir hayat ya da şans. Un...