Ağır hareketlerle kaldırımdan kalkıp nerede olduğunu çözmek için etrafına bakmaya çalıştı ancak görüntü fazla bulanıktı. Nerede olduğunu çözmeden önce, ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etmesi gerekiyordu. Elini yavaşça başının arkasına götürüp hafif bir inilti eşliğinde saçlarının arasında gezdirdi. Ardından eline baktı ve kan olmadığını görünce rahatladı. Kafasına sağlam bir darbe aldığına emindi. Beyni o kadar şiddetli zonkluyordu ki hala hayatta olduğuna inanamıyordu.
Görüşü yavaş yavaş düzelince, dar bir sokakta olduğunu anladı. Karşısındaki kare tanıdık geliyordu ancak nerede olduğunu çözemeyeceği açıktı: Herhangi bir şehrin tek tip sokaklarından birinde olabilirdi.
Aynı boydaki beton binalar sıra sıra dizilmiş, kasvetli bir hava oluşturuyordu. Pencerelerin hiçbirinde ışık görünmüyordu. Ortalıkta kimse yoktu. Sokak lambaları da yanmasa, terk edilmiş bir şehrin sokaklarında olduğundan şüphesi olmazdı.
Başındaki ağrı tekrar şiddetlenince arkasını dönüp, uyandığında yattığı yere baktı. Gördüğü manzara karşısında yalnızca kaşlarını kaldırabilmişti.
Kaldırım içe göçmüştü.
...
İçindeki ses buradan hemen uzaklaşması gerektiğini söylüyordu. Ne tarafa gideceği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Uyanmadan hemen önce bir yere gitmeye çalıştığını ve peşinde bunu engellemeye çalışan birileri olduğunu anımsar gibi oldu. Ancak hafızasını ne kadar zorlasa da gözünde hiçbir görüntü canlandıramıyordu.
Yalnızca, buradan uzaklaşması ve bunu yaparken dikkat çekmemesi gerektiğini biliyordu.
Ağır adımlarla sokak boyunca yürümeye başladı. Başının anormal derecede dönmesine rağmen durmak istemiyordu. Yalnızca ilerlemek istiyordu. Düşüncesizce yol almak... Onu yolda gören herhangi biri çok derin düşüncelere daldığını zannederdi ancak o bunu bile düşünebilecek durumda değildi. Bir tek, düşünecek hiçbir şeyi olmadığını düşünebiliyordu o anda.
Bulunduğu durumun ne kadar saçma olduğunu düşünerek hafifçe gülümserken, sokağın sonuna geldiğini fark etti. Kafasını hafifçe kaldırıp, açık kahverengi gözleriyle önünde uzanan caddeyi taradı. Kafasını kaldırması, başının iyice dönmesine sebep olmuştu ancak bunu umursamamaya çalıştı.
Önündeki caddenin az önce bulunduğu sokaktan tek farkı, yolun ve kaldırımların çok daha geniş olmasıydı. En azından sokaktaki kasvetli hava burada o kadar baskın değildi.
Sokak lambalarının sarımsı ışığı gözünü alıyordu. O kadar parlak değillerdi ancak yine de başını eğmek zorunda kalmıştı. Gözlerini ovuşturup sola döndü ve kaldırım boyunca yürümeye başladı.
Kaldırıma bakarak yürürken, sokak lambalarının sarı lekeler halinde aydınlattığı yerleri sayıyordu. Neden böyle bir aptallığa giriştiği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Yalnızca yapıyordu işte... Eğer üzerinde kafa yoracaksa, başka bir konuda kafa yormayı tercih ederdi. Nerede olduğu, neden kafasına balyozla vurulmuş gibi hissettiği...
Yapabileceği en iyi şeyi yapıp, saate bakmak için sol kolunu kaldırdığında, boş koluna bakakaldı. Saatim nerede? diye düşündü. Asla unutmazdı saatini. Hatta onsuz kendini çıplak hissederdi. Saatin kaç olduğundan çok, tarihi merak etmeye başladı. Uyanmadan öncesiyle ilgili pek bir şey hatırlamasa da havanın sıcak olduğunu anımsar gibi oldu.
Saatin nerede olduğunu hatırlayabilmek için kendisini ne kadar zorlasa da aklına hiçbir şey gelmiyordu. Sinirlenmek istiyordu ama çok halsizdi. Ya da yalnızca üşeniyordu. Onun da cevabını bulamadan amaçsızca yürümeye devam etti.
Bu sırada bir şey dikkatini çekmişti: Kaldırımın kenarı sol taraftaydı. Bir anda durup kaşlarını çattı. Bir şeyler yanlış gidiyordu. Kafasını yavaş yavaş kaldırarak kaldırımın ucuna doğru baktı. Asfalt solunda, kaldırıma bitişik olan binalarsa sağındaydı.
Bir anda beti benzi attı. Şu anda caddenin sağına dönüktü. Oysa, caddeye ilk çıktığında sola doğru yürümeye başlamıştı. Bundan kesinlikle emindi.
Gözlerini sıkıca kapatıp derin bir nefes aldı. Vücuduna bir titreme yayılınca üşüdüğünü fark etti. Bilinci yavaş yavaş açılıyor gibiydi ancak hâlâ düzgün düşünemiyordu. Aklı basit şeylere takılıyordu ve bunlar hakkında saçma sapan düşünmekten kendini alamıyordu.
Başını tekrar eğdi ve yürürken ayağının altından çıkan kar hışırtısının sessizliği bozuşunu dinledi. Karı çok severdi. Bembeyaz ve tertemiz...
Bir süre yürüdükten sonra, caddenin sağındaki sokaklardan birinde yerde oturan bir adam gördü. Öylece oturmuş önündeki karlı kaldırıma bakıyordu. Yavaşça kafasını kaldırıp yosun yeşili gözlerini Aaron'a dikti. Gözlerinin altındaki morluklar, tam bir psikopat gibi görünmesine sebep oluyordu.
Adam, Aaron'a anlamlı bir bakış attıktan sonra tekrar yere dönünce Aaron merakına yenik düşüp adamın yanına gitti. Yere büyük harflerle tek bir kelime yazılmıştı:
Başlıyor
Yazıyı bir süre boş boş inceledikten sonra, adamın gökyüzüne baktığını fark edince ürperdi. Ürpermesine sebep olan şey adamın gökyüzüne bakması değildi; adamın gökyüzüne bakma şekliydi. Sanki ölmek istiyordu da bunu gökyüzünün yapmasını istiyordu.
Kendisi de bakışlarını yavaşça gökyüzüne çevirince, tam bir aptal gibi hissetti. Nasıl olmuştu da böyle bir şeyi önceden fark edememişti?
Gördüğünün, "Gökyüzü" kavramıyla alakası yoktu. On binlerce küçük yıldız, pembe-mor arası bir arka plana toz bulutu misali gelişigüzel dağılmış, âdeta uzaydan bir kareyi andırıyordu. Bazı yerler açık pembe, bazı yerler biraz daha kapalı tonda ve bazı yerler de siyaha yakın mor rengindeydi.
Bu, şimdiye kadar gördüğü en mükemmel manzaraydı. Oturup, gökyüzünü saatlerce izleyebilirdi ancak bunu yapmayacaktı. Dönüp yanındaki adama baktı. Kendisini manzarada kaybetmiş gibiydi.
Son bir kez yerdeki yazıya baktı, ardından yavaşça yürümeye devam etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Siesta Teorisi
Science FictionSize, beyninizin derinliklerinde, kendi bilinçaltınızdan bile saklanan bir yer olduğunu söylesem... Karanlık bir yer... Bilinmeyen... Sizi, kendinizden koruyan bir yer... • • • Aniden bir kaldırımın ortasında uyansanız, ve uyandığınız yerin bulundu...