...
Merak. Birine karşı, ansızın, merak duymaya başlarsınız, korkunç bir merak. Onu tanımak, onunla doğmak, dünyaya onunla yeniden gelmek tek amacınız haline gelir. Aşka en uzak cümle, senden nefret ediyorum değil, bilmek istemiyorumdur.
Flaubert böyle tanımlamıştı aşkı.
Ya da Proust ise şöyle tanımlar; Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran bir yüzey bulur; bizi gidişten daha fazla büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.
Hemingway ise iki insanın aşkına mutsuz son demiş sadece.
Kimisi yok demiş, kimisi zaman kaybı demiş, sadece bedenlerin arzusu diyenler de olmuş.
Benim Park Wonbin'e hissettiklerim ise belki de hepsiydi. Onu hayatımda hiçbir şeyi merak etmediğim kadar merak ediyor, rüyalarımda başrol olacak kadar düşlüyor, zaman algımı kaybettirecek kadar düşünüyordum.
Ona dokunmak, saçlarını ılık bir ilkbahar rüzgarında kulağının arkasına sıkıştırmak, ellerinden tutup yağmurlu bir gecede yürümek, hafif kavruk tenini görünmez öpücüklerimle süslemek istiyordum.
Onu deliler gibi arzuluyordum evet, fakat küçük bir çocuk gibi köşesine çekilip gözlerini kapadığında tek yapmak istediğim kirpiklerini teker teker saymak, saçlarını karıştırmak oluyordu. Mesela o beden eğitimi dersinde futbol oynamak için şortunu giyip, tişörtünü çıkardığında okulun tüm kızları camlara toplanıp onu izlemek için sıraya girerdi, ben ise en uzaktaki banka oturup kendini nasıl da yarınlar yokmuşcasına oyuna verdiğine, saçlarını savuruşuna, sıcak güneşin altında vücudundan akan ter damlalarını usulca izleyerek Tanrının onu yaratırken ne kadar da cömert olduğunu düşünürdüm.
Onun güzelliği tarif edilemezdi, fakat ben onu güzel olduğu için sevmemiştim. Aslına bakarsanız ilk başlarda ondan nefret bile ederdim, zamanla, onu izledikçe fark etmiştim ki Park Wonbin hayran olunası biriydi. Etrafına saçtığı mükemmel yamuk gülüşüyle kızları, dersleri dinlemeyip uyuduğu halde mükemmel olan notlarıyla hocaları, şakacı tavrı ve kendiliğinden olan kadınsı güzelliği ile erkekleri bile kendine hayran bırakırdı. Park Wonbin'in evi, bizim birkaç ay önce dedemden kalan arazilerin satılması ile alınan yeni evimizin tam karşısındaydı. Beyaz badanalı, mavi panjurlu iki kat artı bir de yarım çatı katından oluşan evleri bizimkinin tıpatıp aynısıydı. İkimizin de odası evlerin en üst katı olan çatı katındaki odalardı. Daha öncede dediğim gibi, Park Wonbin'in herkes tarafından bu kadar seviliyor olması ve o çapkın gülüşleri yüzünden ondan uzun bir süre hoşlanmıyordum. Fakat evinin karşısına taşınınca ve günün hangi saati olursa olsun açık olan perdeleri sayesinde onu yakından tanımaya başlayınca ona olan nefretim yerini hayranlığa bırakırken, güzelliğine şahit olmak ise onu deliler gibi arzulamama sebep olmuştu. Ona aşık olmam içinse sadece birkaç kez konuşması pekâlâ yeterli olmuştu.
Dediğim gibi Wonbin mükemmelliğin gerçekten de vücut bulmuş haliydi, ve ona hayran olmayacak tek bir insan bile tanımıyordum. Mahalledeki genç, yaşlı, kadın, erkek, çoluk çocuk hepsi ona tapardı. Benim anne babam bile Wonbin'i bazen o kadar severlerdi ki kendimi onu kıskanmaktan alıkoyamazdım. Sonra hepsine hak vermeye başladım. Ondan hoşlanmaya, aşık olmaya, onu sevmeye...Ben Flaubert ya da Proust değildim onlar kadar güzel kelimeler, cümleler kuramazdım ya da Hemingway kadar karanlık bir deham yoktu, onu anlatamazdım.
Ancak tek bir şey söyleyebilirim ki, eğer bir gün Park Wonbin gelip bana "Benim için ölür müydün?" diye sorsa size yemin ederim onunla gizli saklı öpüştüğümüz ayva ağaçlarının arkasındaki gizli yoldan düşe kalka geçer, saklı göle kendimi hiç kuşkusuz atardım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
fourth of july ✷ eunbin ✓
FanfictionFakat 4 temmuz sabahı, tam da yarışmanın yapılacağı gün evine gittiğimizde Park Wonbin, bir daha dönmemek üzere beni, bizi, ayva ağaçlarını, her şeyden çok sevdiği gitarı Alice 'i , yazları köşedeki dondurmacı da çalışarak biriktirdiği parasının her...