Fakat 4 temmuz sabahı, tam da yarışmanın yapılacağı gün evine gittiğimizde Park Wonbin, bir daha dönmemek üzere beni, bizi, ayva ağaçlarını, her şeyden çok sevdiği gitarı Alice 'i , yazları köşedeki dondurmacı da çalışarak biriktirdiği parasının her...
Sen, beni asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için?
( Stefan Zweig / Bilinmeyen bir kadının mektubu / sayfa 52 )
Bunu asla bilemezdim.
Park Wonbin benim için her şey olabilirdi.
Herkesim olabilirdi...
Benim onu duyduğum hisler, yüklediğim anlam, verdiğim değer veyahut kurduğum hayaller ya da en basitinden bana bir bakışı ile benim aklımı başımdan alıp götürmesi, kim ve ne olduğumu, prensiplerimi, ideallerimi hatta yönelimimi bile sorgulatır türden güzelliğiyle benim için her şey, herkesti.
Edebiyatçının akşamın bu saatinde hala prova ile uğraştığımız için bize ısmarladığı kantin kahvesini ona kaçamak bakışlar atarak yudumlarken tek düşündüğüm şey buydu.
Park Wonbin uzun kahküllerini hafifçe kulağının arkasına sıkıştırıp kahvesini dudaklarına götürdü.
Sıcak kahve dilini yakınca panikle elindeki kahveyi çalkalayıp bembeyaz gömleğinin üstüne döktü.
Neredeyse ben refleksle çantadamdaki ıslak mendille fırlayıp üzerini temizleyecektim. Çünkü benim annem böyle şeylere çok kızardı.
Üstelik kahve lekesi!
Çıkmazdı ki.
Fakat Park Wonbin ne yaptı biliyor musunuz?
O bunu umursamadı bile...
Belki Park Sooyoung, bu tarz şeylere kızan bir anne değildi.
Belki Park Sooyoung Park Wonbin 'in kahve lekeli gömleklerini fark bile etmeyecek kadar meşguldü.
Belki de Park Wonbin 'in hayatında kahve lekesi dert edilmeyecek kadar küçük ve önemsiz bir problemdi.
Çünkü sadece birkaç haftadır şahit olduğum kadarıyla bile Park Wonbin'in büyük sorunları vardı.
Dersleri umursamayacak, okula uğramayacak yahut insanların ne dediğini dinlemeyecek kadar büyük problemler...
Bazen her yaptığı şey için ona hak verdiğim sorunlar. Fakat bazense aslında bunların altından kalkabileceğini, öylece başına gelen her şeyi kabullenmemesi gerektiğini söyleyip kızdığım şeyler.
Çantamdan ıslak mendili çıkarıp kendisine uzattım.
Kafasını kaldırarak şaşkınca yüzüme baktı. Dün dediği şeylerden sonra hala onunla konuşuyor olduğuma şaşırmıştı muhtemelen.
Fakat bilmiyordu ki ben ona, ölüm döşeğinde bile beni çağırsa kalkıp koşacak kadar aşıktım.
"Silmezsen eğer kahve lekesi geçmez."
"Geçmeyen tek şey kahve lekesi mi?"
Sustum.
Eğer konu diğer 'lekelere' gelecek olursa ben tek kelime bile edemezdim ki onun karşısında...
"Şu an geçirebileceğimiz bu en azından."
"Yardım eder misin öyleyse?"
Ne diyebilirdim ki?
Park Wonbin yine kendisi gibiydi. Sanki dün kalbimi basitçe parçalara ayırmamış gibi bugün benimle flört ediyordu.
Benimse onun kukla şovunun yıldızı olmaktan başka pek bir seçeneğim yok gibiydi. Her ne yaparsa yapsın, ne derse desin, beni asla sevmeyecek olduğu gerçeğini biliyor olsam bile kendimi ondan alıkoyamıyordum.
Ben Park Wonbin'in çevresinde olmak, arada bir de olsa kokusunu içime çekebilmek, kahve lekesini silme bahanesiyle bile olsa ona dokunmak, gözlerinin içine bakmak, sesinden adımı işitmek istiyordum.
Tam da bu sebeple benimle oyun oynuyor olduğunun farkında olmama rağmen elimdeki mendille bakışıyor ve yine de aklımı dinlemeyip dizlerimin üzerine çökmüş, Park Wonbin'in üzerine dökülen lekeyi nazikçe silmeye başlamıştım.
Rahatça hareket etmem için bacaklarını iyice aralayarak bana yer açmıştı. Dışarıdan nasıl göründüğümüzü az çok tahmin edebiliyordum. Buna çevremizdeki insanların bakışları da pekâlâ yardımcı oluyordu.
Hatta Bayan Kang'ın hafifçe öksürerek boğazını temizlemesi de buna dahildi.
Fakat dünyanın en çekingen insanlarından biri olma potansiyelim olmasına rağmen şu an Park Wonbin 'in bacakları arasında, dizlerimin üzerinde herkes tarafından garip karşılanacak bir pozisyonda olmama rağmen utanmıyor oluşumun tek sebebi yine Park Wonbin'in ta kendisiydi.
Ona duyduğum sonsuz çekim beni insanların önünde küçük düşürse bile ondan uzak durmama yetmiyordu.
Elini, onun karnının üzerindeki elimin üstüne koyarak daha aşağı indirdi.
"Buraya daha çok dökülmüş."
O kesinlikle arsız biriydi.
Her ne kadar az önce neden uzak duramadığıma dair onlarca sebep saymış olsam bile onun benim utanmamdan zevk aldığı, benimle ahlaksız bir şekilde kendinin fareyle oynadığı gibi oynaması ve de Bayan Kang'ın bile artık dayanamayıp "Bugünlük bu kadar prova yeter." diyerek provayı bitirmesi...
Bunlar tam olarak onun planlayarak yaptığı şeylerdi.
Insanları manipüle etmek, onlarla alay etmek, kullanıp atmak... Bunlar Park Wonbin için basit şeylerdi.
"Bu kadar çıkıyor, eve gidince annene söyle biraz tuz ve limonla ovalayıp makineye atsın."
Milletin tuhaf bakışlarına daha fazla dayanamayarak ayağa kalktım.
"Annem evde yok ki."
Bunu zaten biliyordum yine de neden böyle saçma sapan bir tavsiye verip onun canını yakmıştım ki...
"Gelince söyle demek istemiştim."
"Annem çamaşır yıkamaz, onu elinde bir kere bile limon ya da tuz ile görmedim. Ama tavsiyen için teşekkür ederim, kendim yapmayı denerim."
O an gözlerim doldu, boğazım düğümlendi.
Gerçekten kendimi zor tuttum.
Çünkü gözlerimle şahit olduğum yalnızlığını bir de kendisi dile getirince artık benim bile canımı sıkmıştı.
"Wonbin, bize gidelim mi? Biz yemek yerken annem hemen yıkar onu. Yemekten sonra da parçaya çalışırız. Bana elektro öğreteceğine söz vermiştin hem."
Size yemin ederim o hep buğulu olan gözleri ilk kez ışıldadı. Heyecanlı bir şekilde başını salladı.
"Olur, gelirim..."
Evet, o mutlu olmuştu ancak ondan daha mutlu olan biri varsa o da bendim...
Park Wonbin, evime geliyordu.
•••
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.