Sarayda

16 5 0
                                    

Sokaklar daralmaya, evler sıklaşmaya başladı. Küçük ahşap bölmeler ve evlerin içini gösteren açık kapılar. Açık pencere kepenklerinde ürünler sergileniyordu. Yürümeye devam ettik. Evler değişti: Artık sadece ahşap değil yer yer taş temellerin üzerine inşa edilmişlerdi ve neredeyse dip dibeydiler. Yokuş yukarı gidiyorduk ve ana caddede olduğumuz apaçık belliydi, çünkü diğer sokaklar daha dardı.

Lee açık kepenklerden birinin önünde durup içerideki kadınla konuştu. Kadın merakla bizi süzüyordu. Yaşını tahmin etmeye çalıştım. Otuz? Kırk? Kafasındaki başlığı, makyajsız suratı ve birbirine geçmiş kaşlarıyla söylemesi zordu. Arkasında iki küçük çocuk bağırmaya başlayınca çürük iki dişini açığa çıkaran bir gülümsemeyle özür diledi. Lee kadına doğru bir metal para attı, kadın parayı ustalıkla havada kaptı. Lee sergilenmekte olan buruşuk elmalardan iki tanesini aldı. Birini bana uzattı, ne kadar acıkmış olduğumu fark edip ısırdım. Tüm Londra'da, hiçbir markette böyle bir elma satılmazdı. Büyük olasılıkla buruşuk kabuğu ve üzerindeki üç kara nokta yüzünden baştan elenirdi. Ama bence son derece lezzetli ve suluydu.
"Aachen'dayız" diye açıkladı Lee ve elmasından bir Isırık aldı.

"Aachen nerede?" diye sordum korkuyla. "Yani, Almanya'daki Aachen değil herhalde, değil mi? Kesin Shropshire'daki bir Aachen'dan bahsediyorsun."

Lee güldü. "Kesinlikle hayır. Daha doğrusu Frankonya'daki Aachen. Ama tabii sonradan Almanya'ya dahil oldu."

Boğazıma takılan elma yüzünden az daha boğuluyordum.

Lee kuvvetlice sırtıma vurdu. "Aaa, hadi ama Pamuk Prenses. Sen bizi sekizinci yüzyıla götürdün, hangi ülkede olduğumuzun ne önemi var."

O açıdan haklıydı tabii. Üstelik belki de Aachen bu dönemde İngiltere'den daha güvenliydi. Bütün o Sakson ve Viking saldırılarından uzaktı. Buna rağmen Lee kadar rahat olamıyordum ben. Onun için her şey büyük bir maceraydı. Ne de olsa zaman ajanıydı. "En azından burada baştan çıkarabileceğin bir kadın bulamazsın" diye yüksek sesle düşündüm. Onun da boğazına elma takıldı. "Efendim?"

"Sanıyorum burada kadın bulmakta zorlanırsın. Senin zevkine hitap etmiyorlar pek."

Lee'nin delici bakışlarını üzerimde hissettim. Onunla dalga geçmekten ne kadar hoşlandığımı anlamaması için kafamı çevirdim hemen. "Şu elma aldığın arkadaşın mesela. Kaç yaşındaydı? Otuz beş? Kırk? Bir türlü kestiremedim. Senden çok etkilenmişe benziyordu. Ama sen..."
"Ben?" diye sordu ısrarla. "Bir kadına yakınlık duyduğunda nasıl davrandığını çok iyi biliyorum. Öyle değildin."

"Son derece kibardım" diye itiraz etti. "Bunun onu çekici bulup bulmamanla bir ilgisi yok. Kaç yaşındaydı? Annem kadar var mıydı?"

"Yirmi yaşındaydı."

Bu kez ben ona baktım. Hayır, gözlerimi diktim. "Yirmi mi?" diye yineledim hayretle.

"Üç çocuk doğurup Oil of Olaz ve diş macunu kullanmayınca böyle oluyor." Üç çocuk mu? Yirmisinde? Aman Tanrım!

Lee yine üste çıkmayı başarmıştı, alay eder gibi gülümsedi. "Merak etme, yaşamak için sen de kendine bir adam aramak zorunda kalmadan görevimizi yerine getirmeye çalışacağım."
"Sadece cazibeni değil vücudunu da mı satmak zorunda olduğunu hissediyorsun yoksa?" dedim iğneleyici bir dille.

Hiç üstüne alınmadan kocaman sırıttı.

Lee ile atışmak hiç eğlenceli olmuyordu. Her zaman o kazanıyordu. "Geceyi nerede geçireceğimize dair bir fikrin var mı? Ya da şimdi ne yapacağımıza dair bir şey?"
"Kral Pippin şu an burada. Söylenenlere göre kapısı her zaman açıkmış."
"Ne demek oluyor bu?" dedim ve elmayı hiçbir atık bırakmadan bitirdim.

PAN'IN GİZLİ VASİYETİ (1. Kitap)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin