"dolabımda sadece bunları buldum, idare eder mi seni?" karşımda bir elinde tişört, diğer elinde ise şort tutan taehyung'a bakıyordum.
her şey olmaması gerektiği kadar karışıktı.
sadece bir saat önce arabasına binerken ne düşündüğümü bilmiyordum. beni nereye götürür ya da evime bırakır mı gibi şeyler düşünmemiş, o an sadece yağmurdan kaçmak adına ön koltuğa oturmuştum.
beni.. evine getireceği aklımın ucundan bile geçmezdi.
"ben şunu alayım," dedim sağ elinde tuttuğu siyah tişörte uzanırken. "pantolonum ıslanmadı." geceyi burada geçireceğim gerçeğini çoktan kabullenmiştim zaten. hava aydınlanana kadar beklerken ıslak gömlekle oturup hasta olmaya davetiye çıkarmaktansa en azından tişörtünü kabul edebilirdim.
"misafir odasında uyuyabilirsin." getirdiği şortu istememe rağmen yine de koltuğun kenarına bırakmıştı. ortamın sessizliği aramızdaki gerginliğe yansırken o inatla suratıma bakıyor, bense elimden geldiğince bakışlarımı ondan kaçırmaya çalışıyordum. halimden hiç memnun değildim. zaten çoktan gece yarısı olmuştu, hatta birkaç saate hava çoktan aydınlanacaktı ve ben bu süreyi mingyu ile olan bütün bağlantımı koparmaya çalışarak geçirmek istiyorum fakat taehyung bir türlü beni yalnız bırakmıyordu.
"teşekkür ederim uyumayacağım, gidip keyfine bak. sen uyanmadan gitmiş olurum. tişörtü de yıkayıp bir şekilde sana veririm. üstümü nerede değiştirebilirim?" konuşmanın sonunda bakışlarımı onukilerle buluştuğunda bomboş gözlerle bana baktığını fark ettim. bir insan bu kadar boş ve anlamsız bakabilir miydi?
"neden uyumayacaksın," diye sordu aynı umursamazlıkla. ne hissettiğini anlamak mümkün değildi ve bu beni çıldırtıyordu.
"uykum yok."
"uyuman ge-"
"neden umurunda ki?" belki biraz rol yapıp umurundaymışım gibi davransaydı ona inanacaktım. yemin ederim ki sesine yalandan da olsa endişe ya da şefkat, her ne sikimse olumlu duygular yansıtsaydı ona bir saniye bile düşünmeden inanırdım ve samimiyetine gözüm kapalı güvenirdim ama o bana öyle boş gözlerle bakıyor ve öyle düz bir sesle konuşuyordu ki ben şu an onun evinde olmaktan bile pişman oluyordum. dışarıda bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor olmasaydı bir an bile düşünmeden, kimin peşime takılacağı umurumda olmadan çekip giderdim buradan.
"taehyung neden umurundaymışım gibi konuşuyorsun? beni neden buraya getirdin? iki gün önce benden gelecej hiçbir şeyi istemediğini söyledikten sonra neden bunu yapıyorsun?"
"beni yanına çağıran ve seni oradan götürmemi isteyen sendin," diye karşılık verdi acımasız bir tonda. haklı olması beni çaresiz bırakıyordu. hayatı yeterince pişmanlıkla dolu olmayan biriymişim gibi şimdi bir de bunun için pişmanlık duyuyor, o anki paniğimi kontrol altına alamadığım ve mekandan kimseye ihtiyaç duymadan ayrılamadığım için kendime binlerce küfür ediyordum.
"sabah uyandığından gitmiş olacağım," diye tekrarladım bir kez daha. "rahatsızlık verdiğimi biliyorum ve çok üzgünüm."
"rahatsız değilim." aralanan dudakları arasından bu iki kelime çıkmıştı ve sonra sustu. ikimizin de çıtını çıkarmadığı salonun ortasında nefes seslerimize eşlik eden tek ses cama vuran yağmur damlalarının hırçın sesiydi.
bazı insanlara göre yağmur sesi tıpkı okyanus sesi, kuşların sesi ya da herhangi bir doğa sesiyle aynı derecede rahatlatıcı olurdu. sanırım bunlara 'beyaz gürültü' adı veriliyordu. yağmur sesi birçok insan için rahatlama, konsantrasyon ve uyku kalitesini artırma gibi faydalar sağlayabiliyorken benim için huzursuzluktan başka bir işe yaramıyordu. kendimi o otobüsün altında buluyordum ve sırtımdaki dikiş izleri sanki bugün olmuş gibi sızlıyordu.