fourteen

1.1K 139 50
                                    

2018

taehyung

"bulamıyorum." seokjin her zaman oturduğu ikili kanepede, bir elinde sigara diğer elinde ise telefonu, beni dinlemekten çok uzak bir şekilde saçma bir oyuna odaklanmıştı. "seokjin, sana diyorum," dayanamadım ve kafasına küçük yastıklardan birini fırlattım. "mal bulamıyorum."

"woojin'e sordun mu?"

"evet, ilk ona sordum zaten."

"peki guwon?"

"bana isim saymayı bırak seokjin," benimle asla ilgilenmiyor oluşu canımı sıkıyordu. sonuçta bu işe birlikte başlamıştık ve şimdi sorunları çözmesi gereken kişi bir anda ben olmuştum. "hepsine sordum. polisler baskın yaptığı için bütün malları elden çıkarmışlar. şimdi de.. kimseyi bulamıyorum. müşteriler sürekli arayıp duruyor. gangnam'a çıkamaz oldum."

"tamam o zaman," dedi ve sanki sonunda ilgisini çekmeyi başarmışım gibi telefonunu cebine koyup ayaklandı. "hadi hazırlan. seni birine götüreceğim."

"ben zaten hazırım?" kıyafetlerim gayet düzgündü. ne diye hazırlanacaktım?

"hayır böyle olmaz. git gömlek falan giy, ne bileyim ben. derli toplu gözükmen gerekiyor."

dediğini yaptım. açıkçası heveslenmiştim. günlerdir satacak tek parça bile bir şeyler bulamıyor, arayanlara ne diyeceğimi bilemediğimden telefonlarını açmıyor ve bütün bunların sonucunda ise itibarin giderek düşüyordu.

dolabımda bulunan tek gömleği ve özenli sayılabilecek bir pantolonu da üzerime geçirdikten sonra seokjin'in peşine takılıp ona güvenmeyi seçtim. arabayı şehir dışına sürmeye başladığını fark ettiğimde her ne kadar bir şeyler sormak istesem de sessizce yolun bitmesini bekledim. yaklaşık olarak yarım saat süren bir yolculuğun ardından ıssız diyebileceğim bir mahalle kenarına gelmiştim. bu sessizliğin sebebi belki de henüz havanın aydınlanıyor oluşu olabilirdi ama hareketli geçen şehir günlerimin ardından içinde bulunduğum sessizliği garipsemeden edemedim.

"ben konuşmadan konuşma, soru sorarlarsa kısa kısa cevap vermeye çalış. olabildiğince hızlı bir şekilde malları alıp gidelim."

"sen beni nereye getirdin seokjin? eğer başımız belaya girerse seni öldürürüm."

soruma cevapsız kalmayı tercih etmesini kafama taksam da elimden bir şey gelmediğinden onu takip ettim. şu an sadece beni en azından bir hafta idare edecek bir şeylere ihtiyacım vardı çünkü param bitmek üzereydi.

beni yönlendirdiği yer neredeyse yıkılacak gibi görünen eski bir evdi. etrafı belki de aylardır temizlenmemiş ve fazlasıyla büyümüş otlarla dolu, binanın kendisi ise boyası soyulmuş duvarlara, kırık camlara sahipti. garipsemedim. böyle yerlere fazlasıyla girip çıktığım oluyordu. yine de ortamın sessizliği beni germeye başlamıştı.

"adamın adı jooheon. kore'nin en iyilerindendir ama kimse tanımaz. karşısındakini küçümseme huyu vardır, sakın karşı çıkma. alacağını al ve gidelim. tamam mı?"

"tamam da.. kimsenin, hele ki benim bile bilmediğim adamı sen nereden tanıyorsun?"

"orasını karıştırma şimdi," cevap verme gereği bile duymayışı beni şüphelendirse de umursamadım ve birlikte eski binanın içine girdik. sanki geleceğimizi biliyormuşlar gibi içerisi insan kaynıyordu. seokjin hızla masanın önüne gidip adamı selamladı ve gözleriyle benim de aynı şeyi yapmam için işaret verdi. "merhaba efendim."

"hoş geldiniz. geçin oturun," dedi adının jooheon olduğunu öğrendiğim adam ve masa önünde bulunan iki koltuğu işaret etti. seokjin her ne kadar konuşmama hakkında beni uyarsa da burada daha fazla kalmak istemediğimi fark ettiğim an konuşmaya başladım. önce kendimi tanıttım ve şaşırtıcı bir şekilde adımı duyduğunu söyledi. bunu iyi mi yoksa kötü mü olduğu üstünde fazla durmadım. sonuçta beni biliyor olması işime gelirdi.

ettiğimiz küçük sohbet sonunda ona satacak bir şey bulamadığımı ve buraya geldiğimi söylemiştim. o an yüzünde oluşan gülümseme beni de mutlu etmişti. sonunda elim boş dönmeyecektim.

"git en yenilerinden getir," dedi hemen yanında duran adama ve sonrasında ban döndü. "biraz pahalı, yanında ne kadar getirdin?"

"para sorun değil," derken cebimdeki nakit paranın ağırlığını bir kez daha hissettim.

birkaç dakika geçmişti ki az önce dışarıya çıkan adam birkaç poşetle yanımıza döndü ve elindekileri jooheon'un önüne bıraktı. suratındaki aydınlanmayı görmek beni de heyecanlandırmıştı. "denemek ister misiniz?"

ben başkalarının yanında bir şeyler almayı sevmezdim ancak seokjin para vermeden bulabildiği her şeyi anında kabul ederdi ve kafasını hızla sallayıp bıçağın ucunda duran beyaz tozu önce parmağına daha sonra da dilinin üstüne koydu. sırf birkaç saniye içinde değişen suratı ve iki yana kıvrılan dudakları için bile düşünmeden elinde ne varsa almaya hazır hale gelmiştim. "denemek istemediğine emin misin taehyung?"

"hayır, teşekkür ederim." sadece alacağımı alıp gitmek ve satmak istiyordum.

bu işi böylesine istekli yapmamın sebebi neydi? kim, hangi koşulda insanlara bile isteye zehir satardı ki? sanırım tatlı gelen şey paraydı. ya da.. yıllar sonra kendimi bir işe yarayan biri olarak görmek devam etmem için asıl sebepti.

oradan ayrıldığımızda saat neredeyse öğlene geliyordu. cebimdeki bütün parayı bir saniye bile düşünmeden jooheon'un masasına bırakmış ve akşamına bana iki katından bile daha fazla kazandıracak olan uyuşturucuları çantama atıp arabaya doğru ilerlemiştim.

eve doğru giderken telefonumdaki cevapsız çağrıları gördüm. hepsi suhee'dendi. açıkçası o an ona geri dönmek içimden gelmemişti bunun yerine seul'e geri döndüğümüzde evine gidip küçük bir sürpriz yapabilirdim.

hayır, ona satın aldığım uyuşturuculardan vermeyecektim. başkalarından aldığını biliyor olsam da kız arkadaşıma kendi ellerimle verecek olmak yanlış geliyordu bu yüzden en başından bu konuda anlaşmıştık.

dönüş yolumuz tahmin ettiğimden kısa sürdüğü için mutluydum. bir an önce suhee'nin yanına gidip beni sabahın köründe aramasına sebep olan şeyi öğrenmek istiyordum. belki de uyuyamamıştı. açıkçası, işime gelirdi. bu hayatta en çok sevdiğim şey onu kollarımın arasına aldıktan sonra her daim lavanta kokan uzun saçlarını solurken, uykuya dalana kadar en sevdiği şarkıları kulağına mırıldanmaktı.

evine girdiğimde beni kucaklayan ilk şey sağır eden bir sessizlik olmuştu ama yine de umursamadım. suhee zaten hiçbir zaman gürültülü bir kadın olmamıştı. insanı yatıştıran bir güzelliğe sahip olduğu bir her zaman kendi halinde takılırdı ve kimseye rahatsızlık vermezdi.

çantamı bir köşeye bırakıp yatak odasına doğru ilerledim. birkaç saniye sonra karşılaşacağım şeylerden haberdar olsaydım zamanda geriye gitmeyi ve dün gece evime gitmeden önce onunla ettiğimiz kavgayı etmemeyi dilerdim. ona hiçbir zaman kızmamayı, bu bataklığın içine sürüklememeyi, solgun dudaklarından daha çok öpmeyi ve ellerini asla bırakmamayı.

çünkü suhee yatak odasının zemininde öylece yatıyordu ve halihazırda solgun olan teni neredeyse gri bir ton almıştı. yanı başında telefonu, hemen yanında ise küçük bir kağıda yazdığı kısacık bir not vardı.

suhee ölmüştü ve geriye sadece o not kalmıştı.

-

ay arayi cok actim ve bolum de biraz kisa oldu ama hayat boyledir beklenmedik ve tatsiz


in my feelingsHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin