Trabzon Sancağı
" Çekil! Oğlum... İbrahim !! "
Daireme girdiğimde İbrahim'in beşiginin etrafına dizilmiş hekimleri görmemle birlikte -tüm bu olanlara kendimce bir yanıt bulamamış olduğum için- düşüp bayılıvermiştim.
Epey sonra valide sultanımızın dairesinde açmıştım gözlerimi. Evvela bana ne olduğunu hatırlayamasam da sonradan şehzadem İbrahim gelmişti aklıma. Birden yerimden kalkmış etrafta evladıma dair bir iz, ses aramıştım.
" Sakin ol kızım. Evvela bi kendine gel. "
Adile Sultan idi bu. Yakut yüzüklü, kalem parmağını başucumda elinde su tasıyla bekleyen cariyeye çevirmişti.
" Su iç. Yürek kalkıklığına iyi gelir. "
Validemin bu sözleri üzerine bana uzatılan suyu bir nefeste içip bitirmiştim. Lakin İbrahim... En son hekimler sarmıştı beşiğinin etrafını. Yüzünü dahi göstermemişlerdi bana oğlumun.
" Validem, İbrahim... Şehzadem nerede? Ne oldu oğluma? "
Bu sual karşısında birden eli yüzü solup gitmişti validemin. Anlamıştım. Anlamıştım ki evladıma kötü bir akıbet musallat olmuştu. Bir anda yerimden doğrulup hızla kendimi ceviz işi oyma kapıya atmıştım. Açmaya, evladımın yanına gitmeye çalışıyordum fakat ne mümkün... Mıh gibiydi koca kapılar. Bir milim dahi oynamıyordu yerinden.
" Neden sürgülendi bu kapılar? Neden açılmıyor? Validem bir şey söyleyin! Validem! "
Susup başını yere eğmişti Adile Ana. Bir ara hakikati söyleyemeyi niyete almıştı lakin... Zaten aşikar değil miydi vaziyet? Hem ne diyecekti gelinine? Evladın İbrahim çiçek illetine yakalandı, biçare küçük bedeni bu hastalığa mağlup oldu mu, diyecekti?
" Açın kapıyı! Açın Allah aşkına! Oğlum! İbrahim!!! "
***
ERTESİ GÜN
Her evlat bir yaradır anasının kalbinde. Kız olsun erkek olsun bu böyledir. Zira kendi özünden, canından parçadır o. Rahme düşüşünden toprak oluncaya dek sızı olur anasına. Kan olur, derman olur, ümit olur, dert ve keder olur...
Taşlıktaydık. Minik oğlum, İbrahim'in cenazesiydi önümden geçip giden. Kara örtülü, kendi bedeni gibi küçük bir tabuta konmuştu benim ciğerparem. Şimdi ise soğuk toprağın altında çürümeye gidiyordu.
Ne zormuş evlat acısı. Ne de içten içe bir kor misali yakıp kanatırmış ruhunu. Ah... Şimdi daha iyi anlıyordum Gülnar'ı. Meğer onun da ne çok kavrulmuş, parelenmiş içi. Evlat acısı bambaşka imiş vesselâm. Öyle ki evladıyla birlikte girermiş her ana toprağa.
" Başın sağ olsun Hafsa. Rabbim kızların Fatma'yla Gevher'i bağışlasın devlete. "
" Âmin Gülnar. Amin. "
***
Yüce Kur'an'ın okunmasıyla birlikte mevlid başlamıştı. Kimler yoktu ki baş sağlığına gelen? Sultanlar, cariyeler, harem halkı, kul taifesinin hanımları...
" Validem, az evvel Gülhatmi Ağa'dan işittim, hünkar babamın eli kulağında imiş."
" Lala Efendi'ye malumat verilmiş olsa bari."
Bir ara bu fısıltılara kaymıştı, kulağım. Rukiye Sultan validesi Adile Sultan'a pek yakında Orhan Han'ın buraya geleceğini haber ediyordu. Demek ki torununun vefatından haberdar olmuştu koca Orhan Han.
O anda ben sicim misali için için ağlarken yas kıyafetleri içersinde Hatice gelmişti yanıma. Evvela tüm samimiyetle bana sarılmış hüznüme o da gark olmuştu.
" Biliyorum, elinde değil lakin üzülme artık. Rabbim yazgısını böyle yazmış yeğenimin. Hem sonsuz kere hamd olsun ki kızların da sen de sıhhatlisiniz. En azından size bulaşmamış illet. Hiç değilse bu teselli olsun sana. Hafsa... Unutma ki ben hep yanındayım. "
Bir kez daha sarılmıştık Hatice ile birbirimize. Zira kardeş gibiydi onunla. Ünvanlardan azade hakiki bir abla kardeştik.
Az sonra mevlidin bitimiyle birlikte herkes dairesine dağılmış millet kabuğuna çekilmişti. Bense nedimem Gülşah ile yeni daireme doğru yola koyulmuştum. Evet, yeni dairem... Gerek evladımın illete tutulduğu oda oluşundan gerekse evladımın o odada can vermiş olmasından dolayı Melike Adile Sultan bana yeni bir daire açmış beni en geniş, ferah dairelerden birine yerleştirmişti.
" Gevher... "
Daireme varır varmaz hemencecik Zahide ile oynayan evladıma sarılmış, küçük kızım Gevher'i öpüp koklayıp bağrıma basmıştım. Büyük kızım Fatma ise oturduğu divan üzerinde kardeşinin vefatından bir haber gülümsüyor kendisiyle oynanmasını istercesine el kol hareketleri yapıyordu.
" Dinlenin sultanım. Uyuyun, derim ben. Hayli yorgunsunuz zira. Bari ikindiye dek uyuyun. "
" Tamam Gülşah. Kızlarıma göz kulak olun o vakit. "
Üzerimi değişmeden doğruca ipekli yatağıma uzanmıştım. Ağlıyordum. Evladımı yitirmiştim çünkü. Gözleri Korkud gibi mavi, derin olan İbrahim'i vermiştim kara toprağa.
Sahi Selim... En son gördüğümde dairesine kapatmıştı kendini. Öyle ki onun çile doldurmaya başladığını söyleyenler de vardı. Ah... Nasıl yanmasındı ki içi? Üç evladını yitirmişti netice. Mühürnaz'dan, Gülnar'dan ve dâhi benden olma evlatlarını kaybetmişti.
" Allah'ım bizlere sabır ve dirayet ver. "
***
" Ağlama gül yüzlüm. Neyleyelim yüce Rabbim böyle buyurmuş. Allah'tan gelene isyan edecek değiliz ya. Bilirim, evladımızın kaybı dağladı içimizi. Lakin sabredeceğiz. Zaten içim kan ağlar, sen de bir de üzülerek yakma içimi. Zira senin bir damla döktüğün yaşın beni eritir, kahreder. "
İkindiye doğru Selim gelmişti beni ziyarete. Birlikte oturup birbirimizden hiç çekinip utanmadan ağlamıştık üstelik. Zira bizler kederli ana-baba idik netice. Evladının ölümüne şahit olmuş bir ana babaydık.
Şimdiyse sarılmış içime çekiyordum Selim'in kokusunu. Ağlıyordum da. Kalbimdeki yangınım şehzadem İbrahim'in acısıyla daha da bir harlanmıştı ya gayrı iflah olmam, diyordum.
" Selim... İbrahim... İbrahim... Çok küçüktü. "
Durduramıyordum kendimi. Söz geçiremiyordum acıma. Dilimde tek bir laf: İbrahim. Başka sözlere lâl olmuştum zira. Yitirdiğim oğlumla yanmıştı en köşesinden ciğerim.
" Topla artık kendini Hafsa. Şüphen olmasın ki evladımız cennette. Üzülme. Hem kızlarımızı düşün. Bu hallerin onları yalnızca korkutur bilmez misin? Rabbim bir aldıysa bin verir. Öyle ki Allah'ın izniyle nice evlatlarımızı alacaksın kucağına. "
Teselliler... Dermanımdı benim Selim. Zaten kim için yasıyordum ki ben bu hayatta? Biri kızlarım biri de Selim idi şüphesiz beni hayata bağlayan. Herbiri de umudum, kalbimin sahipleriydi.
" Ah, Selim... "
***
Selim'in dairemden ayrılmasının ardından kendimi terasıma atmış, gün batımının kızıllığına dalıp gitmiştim. Bu kızıllık... Sanki gök kanıyordu.
Bir anda yerler, gökler sallanmaya başlamıştı. Her yer dönüyor üstelik de sağa sola dönüyordu. Aman Ya Rabbi! Kızıla bürülü gök kararmıştı artık. Bir de ne olsun? Koskocaman tolunlaşan ay kamaştırmıştı gözümü. Bense olduğum yerde kalakalmış bir ileri bir geri misali tutunduğum korkuluklardan salınıyordum ki,
" Hafsa ! "
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Alam-u Askam ( Kederler Ve Hastalıklar )
Historical Fiction📌 Aşk insanın en olgun çağıdır. Sonra çürüme başlar. KURGUDUR. TARİHİ GERÇEKLERLE İLGİSİ YOKTUR.