Max Richer - She Remembers
Boynumda, bu sabah Amerika'dan yeni gelen, her biri en az on kilo olan tüfek, sırtımda onun iki katı olan askerî çanta, üzerimde rütbesiz piyade asker üniforması ile ve askerî araç içinde yola koyulmuştuk. Taburdan yetmiş kişilik küçük bir ordu ile ayrılmıştık.
Daegu'ya, yani benim doğup da, çok da büyüyemediği memleketime, düşman askerlerin dadandığı duyumu geldi. Hiç beklemeden, Amerikalı başkumandan bizleri yola koymuştu. Korkuyordum, hemde hiç olmadığı kadar. Çünkü savaşacaktık belki de, bizler sadece tatbikat yapar hazırlanırdık, lâkin şimdi hazır olsak da bazılarımız, ben hiç de hazır değildim. Ne kadar çokça tatbikat yapmış da olsak, savaş bu, şaka değil, korkutucuydu.
"Burada ikiye ayrılıyoruz, otuz beş kişi benimle, diğer otuz beşi de Albay Jong ile gidilecek. Anlaşıldı mı?" diyor Amerikalı başkumandan Alex Kocharew.
Akabinde, öncelikle başkumandan iniyor, sonra da bizler iniyoruz askerî araçtan. Etrafıma şöyle bir bakıyorum. Rüzgâr kulağımda uğulduyor ve beni üşütüyor. 'Soğuk savaş dedikleri bu olsa gerek.' diyorum içimden. Veyahut, daha kötüsü de olabilir. Dediğim gibi ben savaş görmedim, sadece sesler duydu bu kulaklarım. Lâkin, bir gün göreceğimi çokça iyi bilirdim. Fakat o günün, bugün olmasını istemem.
"Asker, sen benimle geliyorsun ve diğer otuz dördü." diyor bana bakarak başkumandan. Gözleri hızla bizleri seçiyor ve geçiyoruz başkumdanın ardına.
Diğer otuz beşi ise, Albay Jong ile gidiyor. Aralarında Jimin de var. Onunla vedalaşamadan gitti. Ama umutsuzluğa kapılmamak gerekir değil mi? Belki hepimiz de sağ salim döneriz.
"Askerlerim, yaklaşık beş bin, yüz kırk yedi rakımlık bir dağdan bahsediyorum sizlere, ama durmayacağız. Biraz yorulacağız fakat durmak yok," diyor ve sözlerine devam ediyor bizleri tek tek süzerek.
"Düşman askerlerin sayıları da çok diye duyum aldım, dikkatli olmalıyız, bu güne kadar yapılan tüm tatbikatlar boşuna yapılmadı değil mi? Umarım başarı ile sonuçlanır. Gidelim." diyor ve ardını bizlere dönüp yola koyuluyor. Bizler de onun ardından devam ediyoruz yolumuza.
Bilmiyorum kaç saattir yürüyoruz dağ yolunu. Lâkin çok fazla yürüdük. O kadar engebeli ki, insan yürürken zorlanıyor. Ve hele ki bu, Kore'nin çetin geçen kışı da eklenince, daha da bir zorlu oluyor. Üstelik sırtlarımızda iki kat ağırlıkta olan çantalar.
"Başkumandanım," diyor hemen yamacımda yürüyen benden bir kaç yaş küçük olan asker. Başkumandan onun sesi ile birlikte, yüzünü bize döndürüyor. Diğer askerle ise, başkumdanın durması ile, onlar da duruyor.
"Nedir asker?" diyor başkumandan.
"Başkumdanım, çokça yorulduk, biraz ara versek?" diyor umutla. Ben ve diğer askerle de umutla bakıyoruz başkumandana. Başkumandan, tek tek gözlerimize bakıyor ve ne kadar yorulduğumuz görmüş olmalı ki başını sallıyor usulca. Hepimiz biraz da olsa mutlu oluyoruz.
"En fazla yarım saat." diyor başkumandan. Herkes, durduğu yerde anında çöküyor ve rahatlayan nidalar işitiyor kulaklarım o sırada. Başkumandan üzgün gözlerle bizlere bakıyor. Sonra ardını dönüyor bizlere ve etrafı kontrol ediyor.
•••
Tekrardan yola koyulmuştuk, gece çoktan çökmüştü. Yolumuzu sadece ay ışığı ile görebiliyorduk. O sırada başkumandan duraksıyor. Ve bize dönüyor. Sessizce, lâkin anlaşılır bir tonda konuşuyor.
"Düşman askerlerin, buralarda olduğu duyumu geldi. Yani buralarda dikkatli olmalıyız." diyor ve bu sefer seri değil de, yavaş adımlarla yürüyor. Bizler de aynı şekilde yürüyoruz. Akabinde biraz daha yürüdükten sonra küçük de olsa, her birimiz taşların arından saklıyoruz bedenlerimizi. Yaz olsaydı, en azından çalı ile saklanırdık, lâkin kış ve tüm ağaçlar içine kapanmış. Çantamızdan, toprak ile doldurulmuş çuvalları taşların üzerine seriyor ve hazır ola geçiyoruz. Ellerimiz tetikte, gözlerimiz düşman askerin yolunu gözlüyor. Fakat hiçbirimiz de cesur değiliz, aramızda sadece biri cesur, o da Başkumandan. Diğerlerimiz, soğuktan değil, korkudan titriyoruz.
Sağımda duran Başkumandan dürbününden etrafı gözetliyor, sonra indiriyor. Bizlere bakıyor ve konuşuyor.
"Bir kaç metrede ötede bir hareketlilik var ve bunlar onlar, ateş dediğim anda hepiniz ateş ediyorsunuz. Anlaşıldı mı?" diyor sessiz ama rüzgârın sesini bastıracak şekilde ve anlaşılacak şekilde sertçe konuşuyor. Başımızı tek tek sallıyoruz. Yutkunuyorum.
"Titremesin elin." diyor başkumandan bana ithâfen. Ellerim haddinden fazlaca titrediği için gözle görünüyor. Pekâlâ vücûdum da öyle.
Başkumandan derince bir nefes alıyor ve birden gür sesi ile konuşuyor. "Ateş!"
Etraftaki askerlerin her biri ateş ediyor. Lâkin benim titreyen lânet olasıca vücûdum ateş etmeme izin vermiyor. Mermi sesleri deliyor kulağımı. Sağımdan, solumdan, başımdan geçip gidiyor mermiler. Bazılarımız vuruluyor bile.
Akabinde aşina olduğum bir çift göz çekiyor dikkatimi. Bu...bu Teğmen Jeon. Bana gülümsüyor. Kilitleniyorum. Titremem dahi duruyor. Başını sallıyor 'ateş et' dercesine. Başımı iki yana sallıyorum 'yapamam' dercesine. O ise hâlâ bana gülümsüyor, hayır, yapamam, bana, dolunayda aşkını ilan eden adamın aleyhine ateş edemem. Akabinde asker arkadaşlarımdan bir tanesi gürce bağırıyor.
"Geri çekiliyorlar! Geri çekiliyorlar!" Gözümü Teğmen Jeon'dan alıyor ve onun askerlerine bakıyorum, geri çekiliyorlar. Lâkin o hala yerinde bana gülümseyerek bakıyor. Gözlerini kapıyor ve açıyor tekrardan. Gülümsemesi asla solmuyor, çukurları da belli. Gözümü indiriyorum çukurlarına oraya bakıyorum, tekrardan gözlerine düşüveriyorum gözlerimi. Akabinde o da ayağa kalkıp gidiyor. Göz açımdan kayboluyor. Duruyor silah sesleri. Kimseden çıt çıkmıyor. Ben hâlâ öylece orada Teğmen Jeon'un gittiği yöne bakıyorum. Ürkekçe başımı çeviriyorum. Askerlerin bazıları acıdan sayıklıyor, bazıları ise sayıklayacak durumu bile olmuyor.
'Olsun,' diyorum içimden. 'Olsun, sizler kurtuldunuz, artık bu savaşı görmeyeceksiniz.' Gözlerim doluyor ve düşüyorlar yaşlarım. Başkumandan bana bakıyor. Hissediyorum. Ürkekçe, korkakça çeviriyorum gözlerimi ona, düz bakıyor bana. Boşluğu andıran bir ifade ile bakıyor. Oysaki benden çokça bir beklentisi vardı. Hissetmiştim. Başımı eğiyorum, gözlerinden kaçınıyorum. Ardını dönüyor ve bakıyor askerlerine. Göz ucuyla görüyorum. Sessizce ağlıyorum, beklentisini yerine getirmeyi isterdim. Benimle gurur duymasını isterdim, lâkin karşımdaki sevdiğim adamdı. Çukurlarıyla bana gülümseyen adama nasıl sıkabilirdim?
"Ölüleri alın, dönüyoruz." diyor gür bir sesle başkumandan ve rüzgârdan bile daha hızlı olan adımları ile geçip gidiyor yanımdan.
Başımı usulca kaldırıyor ve bakıyorum diğerlerine. Ölüleri kaldırmak için adımlıyorlar. Yaklaşık bir on beşinin öldüğünü seçiyor gözlerim. Onlar için de döküyorum yaşlarımı. Oysaki umutlulardı, her birinin ölmeden dönecekleri konusunda, içlerinde umutları vardı. Her birinin gözlerine bakmıştım gelmeden evvel. Zira, Tanrı, yine gülmemişti bazımızın yüzüne.
Oysaki annem her daim 'Tanrı'nın adaletine güven.' derdi. 'Elbet biz de güneşli günleri göreceğiz.' derdi. Ne zaman göreceğiz? Öldükten sonra mı?
Ölülerin bedenlerini almış ve geldiğimiz yolu gerisin geri dönmüştük. Tekrardan buluşmuştuk diğerleri ile. Onlara bir şey olmamıştı şükür ki. Hepimizin gözlerinde yaşları ve yüreğinde kırgınlık ile dönmüştük taburumuza. Orada neden Teğmen Jeon vardı? Çokça merak duyduğum soruydu. Lâkin düşünecek gücüm yoktu. Tabura geldiğimiz vakit, ben hiç beklemeden askerî araçtan inmiş ve çadırıma girmiştim. Yerde olan yatağıma uzanıp ağlamıştım çokça. Savaş neden var? Savaşta ölen masum canlar içindi bu göz yaşlarım. Bir süre ağlamış ve uyuya kalmıştım.
Tanrı'm, neden masum insanların canı hep acımak zorunda?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dinmeyen kurşun sesleri
Fanfiction"Seni incitmekten çokça korkuyorum, seni üzmekten çokça korkuyorum. Bir gün çocuk, eğer ki bir gün benim için, hârelerinden yaşlar düşerse, yaşayamam." "Eğer ki bir gün, bir gün Teğmen Jeon, benim için veyahut benim yüzümden size, canınıza bir şey o...