8 • tak jileti dudağına, şah damarımdan öp beni

513 67 132
                                    

bölüm 8 ; tak jileti dudağına, şah damarımdan öp beni
çalıyor ; canozan - ağlama ben ağlarım

***

Bunun olmasını ben istememiştim. En azından kendime böyle söylüyordum ama bazen kendi kendime aynı şeyi ne kadar çok tekrarlarsam, kulağa o kadar saçma gelmeye başlıyordu.

Converselerimin ucundaki kırmızı noktaya bakarken "Benim suçum yok," diye telkin ettim kendimi. Ama kırmızı noktaya ne kadar bakarsam, görüş açım o kadar kırmızıya boyanıyordu. Ve her şeyin benim suçum olduğuna inanmaya başlıyordum. "Ben bir şey yapmadım."

Ama kendimi aklamak hiçbir şeyi düzeltmiyordu. Derek kanayan burnuyla tartışmayı yarıda kesip alelacele lavaboya koşturduğunda, ben olduğum yerde kaldım. Kalmaya devam ettim. Tek bir damlaydı belki ama tam da ayağımın üstünde duruyordu. Sanki suçumu tasdikleyen bir damga gibiydi.

"Lanetlendim."

Kesinlikle lanetlenmiştim. Derek'in arkasında bıraktığı birkaç yaprak kağıdı toplamak için eğilirken midem ağzımdaydı. Panik ataklar kapıma dayanmıştı ama onlara geçit vermemek için deli gibi çırpınıyordum. Şimdi sırası değildi. Dik durup asıl önemli olana odaklanmalıydım.

Kucağımdaki kitap ve kağıt yığınıyla akademisyenlerin binasına girdiğimde adım seslerim boş koridorlarda yankılandı. Etrafa dikkatle baktım ama akademisyenlerin binası her zaman cansız olurdu. Bu yüzden sessizliği kabullenip koridorun sonuna ilerledim ve lavaboların olduğu köşeyi döndüm.

"Bay Hale?" Erkekler tuvaletine adım atarken seslendim. Cevap gelmedi. İçerde üç kabin, birkaç tane pisuar ve lavabolardan başka hiçbir şey yoktu. Kitapları lavabo mermerine koyup kabinlere doğru ilerlerken "Bay Hale?" diye seslendim yeniden. Derinden gelen bir inleme kulaklarıma doldu ama bir karşılık alamadım. Kabinlerin sonuncusunun önünde durdum. Elimi kapıya yasladım. "İyi misiniz? Ambulans çağırayım mı?" Cevap gelmedi.

Kapıyı ittim, açılmasını beklemeden "Bay Hale?" dedim. Ve beyaz kapı içeri doğru açılıverdi.

Geri kaçmaya çalışırken ayaklarım birbirine dolandı. Kalçamın üstüne düştüm, sırtım duvara yaslanmış olsa da geri gitmeye çalıştım. Kalbimin sesi kulaklarıma ulaşıyordu. Ellerimi ve topuklarımı zemine bastırıp geriye emeklemeye çalıştım ama gidecek yerim kalmamıştı. Ağzımın içi kurumuştu.

İhtiyar, yanıp sönen gözlerinin arkasından arada bir kendini gösteren yeşilleriyle bana baktı ve dudaklarının arasından fısıltı hâlinde bir "Git," döküldü.

Titreyen ellerimden birini önüme siper ettim. Hoş, ayaklanıp üstüme geldiği yoktu. Ama içine düştüğüm dehşet mantıklı düşünebilen hücrelerime siktir çekmişti. "Ben- Ben-" Sesim çatallandı. Susup elimi yavaşça indirirken İhtiyar'ın uzayan dişlerine, pençeye benzeyen uzun tırnaklarına baktım.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. "Panik ataklar yüzünden," dedim kendi kendime. Dudaklarım kıvrılıp duruyordu. "Tamam, iyiyim. Halüsinasyon bu." Gözlerimi açıp küfrettim. "Sikeyim hâlâ görüyorum."

"Stiles, bir kez olsun..." Durup iki büklüm oldu. "Söz dinle."

"Sen..." Duraksayıp duvara tutunarak yavaşça ayaklandım. Gözlerim kısıldı. "İhtiyar'ı mı yedin?"

Acı içinde inlerken bunun gülme mi yoksa ağlama mı olduğuna karar veremedim. Belki her ikisiydi. "Ne? Gerçekten yedin mi?" Yüzümü buruşturdum. "Iyh, tadı da kötüdür onun şimdi..." Hâlâ halüsinasyon gördüğüme oldukça emindim. Hatta rüyaydı bütün bu gördüklerim.

faculty of those stuck in the past | sterek [b×b]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin