Noldor ateşti, yakardı ve kül ederdi ardında bir şey kalmayıncaya dek. Ne öfkelerinin ne de kinlerinin karşısında kimse duramazdı.Teleri ise tam tersiydi renkleri karlardan beyaz geceden açıktı,suydu boğardı. Dalgaları önce okşar sonra alabora ederdi dikkat göstermeyenleri.
Eski Eldar günlükleri der ki bin yılda bir Noldor soyu ve Teleri soyundan biri erkek diğeri dişi iki kişi karşılaşırdı. Gözleri kesiştikten sonra da ya aralarında büyük bir düşmanlık ya da aşk doğardı. Bunun ne olacağını tüm bilgeliklerine rağmen kestiremeselerde bildikleri şey eğer bu iki soy birleşirse doğacak olan çocuğun benliğinde göğün iki halini de barındıracağıydı hem yıkım getirecekti hem şifa dağıtacaktı.
Tabi bu efsaneden prens habersizdi. Şu an ise ulu geyiğinin üzerinde azametli bir kral gibi Yalnız Dağ'a doğru yol alıyordu. Yanında tam olarak zırhlanmış iki tane elf askeri vardı. Aslında babasına kalsa Yeşil Orman'daki tüm askerleri verirdi onun yanına ama kendisi istememişti. Çünkü fazla birlikle giderlerse cüceler onların korkup önlem aldıklarını sanırlardı. Asla bir cüceden korkmazdı ama korksa bile bunu onlara asla belli etmezdi.
"Rahatsız ediyorum ama prensim daha ne kadar yolumuz kaldı. Atlarımız bir ulu geyik kadar dayanıklı değil dinlenmeleri gerekiyor."
Tek tük gözüken birkaç zeytin ağacının altına vardıklarında bineklerinden indiler. Bağlamaya ihtiyaç duymadılar, bu onlara hem saygısızlık olurdu hem de onları hiçbir zaman kaybetmeyeceklerini biliyorlardı.
"Burada biraz dinlenelim. Zaten şu düzlüğü geçince dağa varmış olacağız."
Prens bir süre açık sarı saçlarının rüzgarı hissetmesine izin vererek düşündü. Aslında dağa tırmanacakları için bineklerini daha fazla alıkoymaları gereksizdi.
"Aslında düşündüm de onları ormana geri yollayalım. Kabileler onlara zarar vermez. Liderlerinin bana sözü var."
İki asker başlarını salladılar ve silahlarını alarak atlarını uçsuz bucaksız enginlere saldılar.
Thranduil bir müddet geyiğin kahverengi yumuşacık kürkünü okşadı. Bu sanki Lillian'ın saçlarını okşuyormuş gibi hissettirmişti. Dün akşam onu yolcu ettikten sonra babasıyla Lillian'ı uzun uzadıya konuşmuşlardı. Babası ilk akraba katlinde bulunduğu için Lillian'ı gördükçe sivri kulaklarında akrabalarının çığlıklarının yankılandığını ve onun varlığına ruhu alışana kadar onu görmek istemediğini söylemişti.
Onu çok iyi anlıyordu Thranduil. Bu yüzden pek fazla tepki göstermemiş, yumuşak davranmıştı. Lillian'dan çok hoşlandığı doğruydu ama onsuz birkaç yıl dayanabilirdi. Aralarındaki eldarın ruh eşlerini gösteren bağ henüz ortaya çıkmamıştı. Bunun sebebi ya eş olmamaları ya da henüz zamanın gelmediğiydi.
İşte ulu geyiği severken bu ve bunun gibi düşünceler zihninden ölümlü zihinlerin ulaşamayacağı bir hızda geçti.
"Özgürce koş kırlarda ve kendini ait hissettiğin yere git."
Geyik hiçbir yere kıpırdamadı. Anlaşılan sözleri yanlış anlaşılmıştı.
"Aslında sen genel olarak benim yanımdasın. Daha önce de dediğin gibi bana bağlandın ama sen Doğu'nun zümrüdüne doğru yola çık. Babam endişelenmesin benim hakkımda."
Geyik gözlerini kısarak ona baktı ve bir kartal kadar hızlı bir şekilde zeytin ağaçlarının arasında kayboldu. Öyle ki yapraklar bile onun varlığını algılayamamıştı.
Derin bir nefes aldı Thranduil ve kılıçlarını incelemeye koyuldu. Cüceler her ne kadar maden işleme de onlardan iyi olsalar da Sindar elflerinin herkeslerden sakladıkları bir sırları vardı. Yıldızların hanımı Valar Varda'nın saçlarını serpiştirdiği gece göğünden yıldızları çekip istedikleri gibi şekillendirebiliyorlardı. Elinde tuttuğu kılıç annesinin ona 2000 yaşına girdiğinde verdiği bir hediyeydi. Ona gözü gibi bakardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
🍁Orman Gülü🍁|~|Thranduil
Fanfiction🧝🏻Sindar prens serisi ilk kitap🧝🏻 Bu kitapta Thranduil'in prenslik dönemlerinden şimdiki krala dönüşünü ve gizemli eşini göreceksiniz. "Ben Orta Dünya'nın tekrar ışığa kavuştuğunu göremeyecek olsam bile ion nin sen ve Legolas göreceksiniz Thran...