-3-
O günü hiç unutmayacaktı Demokan. Hiç. Kast ettiği operasyon günü değildi, hayır. O omurgasız, pislik piç kurularıyla çatıştığı günü değil. Başında bir kurşun parçasıyla yaşamak zorunda olduğunu öğrendiği günü de değil.
Taburcu olduğunda, ailesini, işini, onu o yapan asker kimliğini, geleceğini, her şeyi kaybetmiş biçimde bir başına bırakıldığında evine adım attığı o ilk günü hiç unutmayacaktı. Bir kurşun her şeyi bitirmişti. Bir ölüm haberi ve bir kurşun hayatını bitirmişti. Artık yarım bir insandı. Evet, herkes ona şanslı olduğunu söylüyordu. Başında bir kurşun olmasına rağmen normal hayatına eskisi gibi devam edebileceğini, uyuyup uyanabileceğini, yemek yiyip istediği gibi hareket edebileceğini söylemişlerdi ama bir şeyi unutuyordu. Demokan bir asker olarak doğmuştu. Onun tek yapabildiği buydu. Aslında bu olan bitenle birlikte hayatta kalmış olmak ona en büyük cezaydı belki de.
O kapıdan içeri girdiğinde sanki yıllardır yaşadığı evinde değildi. Yabancı bir yere girmiş gibiydi. Karısı ve çocuğuyla neşeli yemekler yediği, vakit buldukça oyalanıp eğlendiği, keyifli vakit geçirdiği bu ev buz kesmişti sanki. İlk anda bir sessizlik karşılamıştı onu. Ölüm sessizliği. Biliyordu, farkındaydı. Karısı ve çocuğu bir daha dönmeyecekti. Kahpece bir saldırı yüzünden toprağın altına girmişlerdi, çıkmayacaklardı.
Muntazam bir düzenle öylece duran masaya baktı. Üzerinde fiskos örtüsü vardı. Ona sorsalar dantel mantel bir şey der geçerdi, bilmezdi ama Rengin severdi öyle şeyleri. Aynı anası gibi televizyonun üstüne de koyardı bu dantellerin küçüğünden. Bakışları masanın üstünden duvara kaydı. Masaya oturup daha yakından tembelce izledi o resimleri. Oğlunun çizdiği resimlere baktı. Neşeyle çizdiği o aile resimlerine. Yaz günü bile duman tutan bacalı ev resimlerine. Artık yoktu. Başını masaya yaslayıp gözlerini kapadığında anlamıştı olmadığını ve olmayacağını.
O sevdiği, uğruna hayatta kaldığı, her operasyondan sağ çıktığına minnettar olduğu o aile yoktu. Olmayacaktı da. Bir daha hayatı hiç o kadar güzel olmayacaktı. Bir daha kimseyi öyle sevmeyecekti, çocukları olmayacaktı, ailesi olmayacaktı. Uğruna canını verebileceği, ay yıldızlı bayrağı için ne kadar gerekirse kanını dökeceği o kutsal işi de kalmamıştı avucunda. Elinde hiçbir şey olmayan bitik bir adamdı.
Artık bu hayatta tek başınaydı Kuzgun.
O gece o evde sabahladığında anladı, buralarda duramazdı. Yaşayamazdı. Zaten kalmasının da bir anlamı yoktu. Uğruna savaşabileceği hiçbir şey yoktu, bırakmamışlardı. Ellerinden alınmıştı hepsi. Buralardan gidecekti. Nereye gideceğini kendisi de bilmiyordu ama bildiği tek şey, hayatını kaplayan ve bir anda yok olan ailesinin anılarıyla dolu bu yerde yapamayacağıydı.
Kapının önündeki konuşma gürültüleriyle aralamıştı gözlerini. Sağ eli burun direğinde gezinirken ayılmaya çalışıyordu. Gözlerini ovaladığında dışarıdan gelen sesler tanıdık geliyordu. Hele aralarında hayvan gibi gür çıkan o sesin Hamza'ya ait olduğuna yemin edebilirdi.
"Yapılır mı bu benim komutanıma be?" diye söyleniyordu Hamza. "Yapılır mı? Hâlbuki o operasyonda tam bir kahramanlık gösterdi canım komutanım."
Zili çalmadan önce uyardı Affan. "Bak Demokan Üsteğmen'in de yanında böyle langır lungur konuşma, zaten acısı taze adamın."
"Tamam, tamam söylemeyiz, merak etme. Biz nerede nasıl konuşacağımızı iyi biliriz."
Abidin direkt "Orası şüpheli ya neyse." deyiverdi.
Zil çaldı, çaldı. Demokan hâlâ koltukta oturuyordu, kalkmamıştı. Kalkacak gücü bulamamıştı. Kimi cezalandırıyordu, kendisini mi? Yalnızlaştırmaya mı çalışıyordu kendisini? Kimseyle konuşcak hâli olmayabilirdi ama arkadaşlarının bir suçu yoktu ki. Onlar kendisini teselli etmeye, acısını paylaşmaya gelmişlerdi. Onları kapıdan çevirmemek içi zor da olsa ayaklandı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KUZGUNUN KALBİ
ActionKıdemli Üsteğmen Demokan Alp AYDEMİR, namıdeğer Kuzgun, özel kuvvetlerde çalışan oldukça başarılı bir subaydı. Yıllar sonra kuledeki yalnız bir kızla yollarının kesişeceğinden henüz habersizdi. Bildiği tek şey, vatanı ve bayrağı için canını dahi ver...