25.bölüm(FİNAL) : İdam Meydanı

10 3 46
                                    

İnsan her şeye alışır derler, insan her şeyi unutur derler.

Minho ne alışabildi ne de unutabildi Jisung'un gidişini. O gün okula döndüğü zaman Chan'ın çaresiz gözleri, Changbin'in kaçırdığı bakışları, Hyunjin'in şaşkın yüzü uzun süre çıkmadı aklından.

Günler geçti, Minho'nun nefes almadan yaşadığı, sabah nasıl bir güçle kalkabildiğini sorguladığı, kendini bir köşeye saklayıp gizlice gözyaşı döktüğü günler silsilesinin son bulacağı yoktu.

Changbin çok önceden "Jisung, Minho olmadan yaşayabilir ama Minho, Jisung olmadan yaşayamaz." demişti.

Başından belliydi, bir kumaş parçasındaki yırtığın sürekli büyümesi gibi her geçen gün Jisung'un gidişine yol gösteren işaretler çoğalmıştı. Oysa Minho, duygularının ağırlığı altında ezilirken kör kalmıştı önüne çıkan her işarete.

Tüm ömrünü içini yiyip bitiren bir canavardan farkı olmayan acıyı anlatmaya adasa bile kimse anlamazdı, derinlerde bir yerde bunun bilinci delirtiyordu onu.

Kimsesiz, yapayalnız olmanın nasıl bir his olduğunu herkes az çok tahmin edebilirdi ama yaşamadıkça kimse anlayamazdı.

Sabahlardan nefret eder oldu. Uyanınca etrafını çevreleyen gerçeklik bilinci tüm acımasızlığıyla ortaya çıktığı zaman bir kez daha ölüyordu. Her sabah farklı bir ölüm şekli kucaklıyordu ama hep aynı söz çıkıyordu dudaklarından. "Jisung gitti."

"Gitme, kal." diyemeden gitti. Minho kendi de şaşırıyordu ama gitmek kelimesini duymak tüylerini ürpertiyordu. Herkes bir yerden bir yere giderdi, çocukken öğrendiğimiz ilk kelimelerden biriydi ama gün geldi Minho bu kelimeden nefret etti.

Babasının Jisung'un yokluğunu farketmesi an meselesiydi. Minho ise sanki kendisini hiç ilgilendirmeyen bir şeymiş gibi günlerini tek düze bir biçimde sakin hatta sıkıcı geçiriyordu.

Bu haline alışmak denemezdi, kabullenmek hiç denemezdi ama bir sükunet çökmüştü üstüne. Kalbindeki ağırlık hafifliyor gibiydi ya da ona öyle geliyordu.

Sevdi ama sevildiği gibi sevilmedi. Ne de olsa başına böyle bir şey gelen ilk insan değildi ve son da olmayacaktı. Ama ne kadar çok kişinin başına gelse de bu acıyı hafifletmiyordu. Herkes ölürdü ama sırf herkes ölüyor diye ölüm daha az acı verici olmazdı.

Hayatı sorgulamak istemiyordu. Bıkmıştı düşünmekten, üzülmekten.

Dünya üzerinde amaçsızca oksijen tüketip karbondioksit salan insanoğlundan yalnızca biri olarak görüyordu artık kendini.

Hala kalbinin her bir zerresiyle aşık olduğu Jisung'undan nefret ettiğine kendini inandırmak gibi bir aptallığa da girişmedi.

Jisung'un mektubunda kalbine bir ok gibi isabet eden her bir sözü doğruluğunu kanıtlıyordu. Alışacaktı ve belki de unutacaktı.

İnsan kelimesi nihayetinde "unutan" demekti. Unutmaması doğaya aykırı olurdu öyle değil mi?

***

Rüzgar özgürce saçlarının arasından sıyrılıp geçerken soğukluk onu sarıp sarmalıyordu. Kapıyı tıklatması, içeriye girmesi saniyeler içinde gerçekleşti.

Başrahibin uzun giysisine bıkkın gözlerle bir bakış attı. Bu adamın rahat kıyafetlere garezi mi vardı? Beyninde bol olduğu kadar çirkin görünen kumaş parçasını yakma şekilleri canlanmaya başlayınca odağını toplamaya çalışıp sırtını dikleştirdi.

"Baba, Jisung kaçmış."

Kısa ve öz olduğu kadar korkusuz bir cümleydi. Başına gelecekleri bildiği için bu denli sakindi.

son of priest ☆ minsung Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin