*Multimediadaki Nafiye.*
Sınıfa yeni yeni gelmeye başlamışlardı. Tabi ki her gelene "Abi dün Egehan'la konuştuk. Hem de telefonla aradım Ağbii." diye böğürüp başımdan geçenleri her salisesine kadar anlatmıyordum. Tabi ki öyle bir şey yapmıyordum. -YALAN!- Evet nerdeyse bütün kızlara anlattım. Herkesin tepkisi ilk başta "Oha iyi cesaret!" oldu. Sonraki dediklerini söylemeye dilim bile varmıyor...
Herkesin söylediği şey şuydu 'Madem onu bu kadar çok seviyorsun niye açılmadın önceden. Hadi önceden açılmadın dünkü gelen o cesaret patlamasıyla telefonu kapatmadan diyecektin seni seviyorum diye. Şans bir insanın kapısına birden çok kez uğramaz.' Bu nasıl bir şey ya. Onca yalanın ardından nasıl söylenir seni seviyorum diye. Dalga mı geçiyor bunlar benle. Kafa buluyorlar resmen sabah sabah.
Acaba haklılar mı? Açılmalı mıyım gerçekten de. Hadi ama yapmayın. Kafamı allak bullak ettiler. Dünkü olayın heyecanını hala üzerimden atamamışken şimdi bir de kalp mi daha haklı beyin mi savaşı içerisine girmiştim. Tanrım bu haksızlık. Yani neden? Neden insan aşık olunca bütün duyguları, düşünceleri, hissetmesi gereken her şey birbirine giriyordu ki. Aşk bu kadar acımasız bir duygu olamazdı. Terlemek hava çok sıcakken olmaz mıydı? Ama aşık olunca.. Aşık olunca insan soğuk soğuk terliyor. Fizik kurallarına uygun kaçar mıydı ki böyle bir şey. Aslında insan aşıkken herhangi bir korku filminde başrol oynayan güzel/yakışıklı ama bir o kadar da izleyenler için salak diye tabir edilen biri gibi oluyor. Çünkü evde yalnızken bodrum katından bir ses geldiğinde akli dengesi yerinde olan kimse oraya küçük bir fenerle gidip bakmaz. Sonra vay efendim ben niye öldüm. İşte aşk da insanın akli dengesini kaybetmesine yol açabiliyor. Bazen çok fazla acı bazen tutku bazen öfke. Ama seviyorsun. Sevdiğin için hepsine göğüs gerip katlanabiliyorsun. Aşk dediğin bu değil midir zaten?
Ben kafamı sıraya gömmüş bunları düşünüp bir yandan da uyumaya çalışıyordum ki Nafiye'nin dürtmesiyle kafamı kaldırmak zorunda kaldım. Tam ne oldu diye soracaktım ki saat 3 yönünden kırmızı saplı gözlüklerini burun deliklerine kadar indirip görmeye çalışan cırtlak sesli müthiş İngilizce hocamız Feray geliyordu. -Evet kendi içimizde öğretmenlerimize hoca demek yerine direk ismiyle hitap ediyorduk ama insanın dili kolay alışıyor tabi. Bir gün Feray'ın yanına gidip 'Feraycım ya sen en son notlarını verirken ben uyuyordum da benim şu işi bir halletsek.' diyeceğim diye çok korkuyorum.
Sıramızın yanına geldi. Telefondan hoşlanan bir kadın değildi. Aman! Telefon da ona bayılmıyordu ya.. Tamam saçmaladım. Telefondan hoşlanmadığı kadar benden hoşlandığını da sanmıyordum çünkü dersinde hep telefonla oynarken yakalanırdım. Sonra İngilizce dersi yerine konumuz Eda ve telefon merakı oluyordu ve rezil oluyordum. Ama bu sefer farklıydı. Telefonla oynamıyordum ki.
Gözlerini bana doğru belertti. Korkmalı mıydım? Tamam sakinim.
"Eda Özelgen." dedi. -Sınıfa girdiği gibi ilk yılımız olmasına rağmen kırk yıllık öğrencileriymişiz gibi hepimizin soyadları da dahil olmak üzere adlarımızı ezberlemişti.- İyice gerildim.
Kafasını sıranın altına bakacak şekilde eğdi. Telefonum ordaydı. Nafiye'ye 3 numaralı bakışım olan 'hakkını helal et' bakışımı attım. Feray telefonumu gördü. Ama yani şimdi telefonu nereye koyabilirim. Teneffüste çantadan çıkarmaya çok üşeniyorum bu yüzden sıranın altına koyuyorum. Sıra altları ne için var zannediyorsunuz. Tabi ki öğrenciler telefonunu koysun diye.. Ama çok geç.. Ölüm fermanım imzalandı bile.
Telefonu gördüğü gibi her zamanki tepkisiyle "What is it?" diye cırladı kulağımın dibinde. Açıklama yapmama kalmadan telefonu aldı ve "İkinci dersimizin sonuna kadar bende bu." dedi telefonu göstererek. Nafiye "Buradayım kardeşim." dercesine elimi tutup bana baktı. Ben de 5 numaralı bakışım olan 'eyvallah hacı' bakışımı yollayıp kafamı eğdim. Yeterince büyük bir ceza aldığımı düşünüp uyumaya kaldığım yerden devam edeyim derken Feray "Eda cevapla bakalım." dedi. Ben ise Nafiye, kitap, hoca ve saat arasında bakışırken yanlış sayfada olduğumu yeni fark ediyordum. İşte şu an zirvede bırakıp ölmelisin Eda'cığım bakışları atan bütün sınıf arkadaşlarıma içimden küfürler yağdırırken abartı derecede saçma olan zil sesim çaldı. O anki mutluluk, o anki içten gülümseme hiçbir şeyde bu kadar güzel durmazdı yemin ederim. İnanmazsınız ama Feray bile halime gülümsemişti.
Öğlen arası geldiğinde mutlu hissediyordum. Adeta bir sevgi pıtırcığı, bir aşk böceği edasıyla Sıla'ya doğru koşturdum ve yanaklarına yapıştım. Yanak deyince aklıma Sıla geliyordu artık. Ben böyle yumuşak bir yanak görmedim gerçekten de. Yanaklarıyla kızarmasına sebep olacak kadar oynadığım için Sıla bana kızıyordu. Sonra dayanamayıp "Gel gel." diye sarılıyordu. Eskiden bir yılda kurulan arkadaşlıkların kardeşlik seviyesine ulaşabileceğine inanmazdım. Ta ki bizim tayfayla karşılaşıncaya kadar. Gerçekten bana dosttan öte kardeş olmuşlardı. Hepsinin yeri bende ayrıydı ve hepsini çok seviyordum. Hayat bazen insana düşüncelerinde yanılabileceğini göstermek için çok iyi dostlar kazandırabiliyor. Bu konuda şanslı sayılanlardanım sanırım.
Son iki ders kalmıştı. İçimdeki her hücre '#direnEda' diye sloganlarıyla beni protesto etmeye başlasa da uyku tepemden iniyordu. Saate bakıp kaç dakika uyuyabileceğimi hesap edecektim ki whatsapp'dan mesaj geldiğini gördüm. Kimden geldiğini görmek için baktım ve gerçekten dizilerde olduğu gibi telefon kucağıma, kendimi de yere doğru bırakıp bayılmak istedim..
MERHABALAR..
UMARIM BEĞENİRSİN. VOTE VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUM..
EN KOCAMANLISINDAN ÖPÜLDÜNÜZ!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÇİRKİN
Novela JuvenilÇirkin ve bir o kadar da platonik bir genç kızın hikayesinin anlatıldığı bu kitapta her yaştan kesit kendine ait bir şeyler çıkarabilir. Hem kendisiyle hem aşkıyla savaşan karakterimiz acaba savaştan galip gelip yüzü gülecek mi? Yoksa kaybedenler ku...