BÖLÜM 5; DERYA

359 42 13
                                    

BÖLÜM BEŞ
"DERYA"

Güneş gökyüzünden dik açıyla inerken, komodininin üzerindeki ilaç kutusundan bir tablet daha alıp, ilacına kavuşmanın verdiği rahatlamayla ağzına attı kadın. Birazdan on dokuz yaşındaki oğlu gelirdi. O gelmeden evvel ortadan kaldırmalıydı kutuları. Şöyle güzel bir öğle yemeği hazırlamalıydı ona, babasının yokluğunu hissettirmeyecek her ne varsa yapmalıydı. Zaten, bunca yıldır öyle yapmıyor muydu?
Bedenini zorla yataktan kaldırdı. Sabahtan beri, hiç kalkmadan, pijamalarıyla o yatakta yatmış ve akşamı etmişti. Yemek dahi yememişti, kıtlıkta kalmışçasına acıkmasına rağmen. Dolabının önüne geldiğinde bir pantolon aldı raftan ve giymeye çalıştı. Göbeğini her ne kadar içine çekerse çeksin bir türlü kapanmayan düğmesinden neden akşama kadar bir şey yemediği anlaşılıyordu. Bas-güllere küs bir şekilde sürdürdüğü yaşamının en acı yanı da buydu belki de; her gün, bir milim daha daralan kıyafetleri... Hepsinin sorumlusu ise, biraz evvel mutlulukla yuttuğu ilaçlardı. Bir bağımlının uyuşturucuya duyduğu gereksinimden farksız değildi. Bunu herkesten gizlemeye çalışsa da, oğlu hariç herkes bunun farkındaydı. Sırf bu sebepten İzmir'e taşınmamış mıydı zaten? Sırf bu yüzden, memleketinin, Artvin'in o temiz, insanın ciğerlerine terapi uygulayan bol oksijenli ve gözlere şenlik manzarasını bırakıp gelmemiş miydi İzmir'e? Aslına bakılırsa, gelmesinin en büyük sebebi oğlunun iyi bir eğitim almasını istemesiydi. Üniversite çağına gelmiş oğlunun sosyalleşmesi gerektiğinin farkındalığıyla taşındı yöresinden, annesinin, babasının yanından.
Derman kaç kere "Abla, İstanbul'a, benim yanıma taşının" dediyse de o, hep kendi memleketinden sonra âşık olduğu tek şehre gelmeyi tercih etmişti. Gelir gelmez de herkesten sakındığı, biricik oğlu Enes, bir Down Cafe'de çalışmaya başlamıştı. Ondan sonra oğlundaki değişimler gözle görülmeyecek cinsten değildi. Yüzü gülmeyen bu küçük gözlü çocuk, birden fazlasıyla gülmeye başlamıştı. Artı bir fazlayla dünyaya gelmenin bedelinin anne ve babasının ayrılıkları olduğunu düşündüğü zamanlarda suratı asılmaya başlamıştı yalnızca. Onun dışında ise, gelen müşterilerle bütün güler yüzüyle ilgilenen bir downlu...
Oğlunun kaynaştırma adı altında aldığı eğitimler onu hep zorlamıştı. Yanında kimsenin olmayışından bu zorluk hep katlanarak yığılmıştı üzerine. Şimdi ise, bu altın yürekli çocuğa sahip olmanın şanslılığını hissedebiliyordu. Evet, onu tanımlayabilecek en uygun sözcüktü bu; altın yürekli... Kimseye art niyet beslemeyen, herkesi eşit seven ve herkesten eşit sevgi bekleyen bir altın yürekli çocuk...
Pantolonun içine zar zor da olsa girmeyi başardıktan sonra hızla mutfağa gidiyordu ki, bir diğer biriciği Derman onu görüntülü arıyordu. Saçını başını düzelttikten sonra açtı telefonu.
"Neredesin ablacık? Kaçtır arıyorum, açmıyorsun! Enes'i aradım, evde olduğunu söyledi."
"Ablacık mı? Sen otuz beş, ben kırk yaşındayım, eşek sıpası! Hâlâ mı ablacık?" Biraz evvel yuttuğu hapların etkisiyle mi yoksa kardeşiyle konuşmasından mı bu kadar yüzü gülüyordu? Kendisi bile emin değildi.
"Ablacık ya, ablacık. Sen benim yanıma taşınmamaya ısrar ettiğin her gün ablacık..."
"Biliyorsun, Enes çok uyum sağladı buraya. Üniversiteye bile başlamayı düşünüyor. Tabi, açıktan. Ama sınavlara burada girmek istiyor. Hem, kafede de işler-"
"Tamam, tamam. Biliyorum hepsini. Enes'in mutluluğu hepsinden önemli. Bu arada, bugün telefonda anlattı bana. Âşık olmuş seninki!" Ekranda kardeşinin gülen suratını gördükçe, iyileştiğini hissediyordu. Geçen bunca zamanın ardından yavaş yavaş iyileştiğini... Bir yaranın kabuk bağlaması gibi, bir dikişin kaynayıp yok olması gibi... Ancak, izi kalacaktı, biliyordu kadın.
"Ne? Bana hiçbir şey söylemiyor!"
"Bir sorguya al derim... Gönlünü başka bir garson kıza kaptırmış."
"O da mı?" O da mı Downlu sorusunu barındıran imayı, neden fısıldadığı konusunda kendisi de bir fikir sahibi değildi.
"Evet, neden?"
"Normal birinin onu reddetmesinden korkuyordum. Eğer öyleyse, daha çok şansı var demektir."
"Enes de normal bir çocuk abla" diyerek uyardı Derman, Derya Ablası'nı.
Bu konu defalarca tartışılmıştı aile içinde. Derya, yıllar öncesinde kocasının gözlerinin içine baka baka söylemişti onun normal bir çocuk olduğunu ancak -ona göre- içi odunla dolu bir beyine sahip olan kocası bunu anlamamıştı bir türlü. Şimdi ise konuyu değiştirmek ister gibi farklı bir soru yöneltiyordu. "Neyin var senin? Solgun gibisin" diyerek değiştirdiği konunun ardında kalan kalp kırıntısını yok etme çabası her seferinde boşaydı. Aslında, konuşmanın başından beri dikkatini çekiyordu kardeşinin yüzündeki solgunluk. Oysa bilseydi onun neden böyle olduğunu, hiç düşünmeden, pılını pırtını toplayıp giderdi yanına.
"Beni boş ver şimdi... Bir şey diyeceğim. Çarşamba günü Artvin'e gidiyorum. Siz de gelin Enes'le... Birkaç gün dinlenirsiniz. Hopa'ya gideriz, oradan köye geçeriz. Çaylıkların üzerini kar örtmüştür şimdi... İzleriz o güzel manzarayı. Bir çay yapar annem bize sobanın üzerinde, ince belli bardakta içeriz... Hı? Ne dersin?"
Aylardır uğramadığı memleketine gitme düşüncesi aklını çelerken, orada insanlardan gizli antidepresan alamayacağının zorluğu "reddet!" diye yalvarıyordu. Bu sefer içindeki iradesi güç kadını dinlemek istemiyordu. Oraya gitmek, anne ve babasını ziyaret etmek, memleket kokusunu oksijene hasret gibi ciğerlerine doldurmak istiyordu.
"Abla, bir şey demeyecek misin?" diye sordu adam, ablasından herhangi bir cevap alamayınca.
"Enes ne der bilmiyorum. Gelince sorayım." Hayır ya da evet deme cesareti gösteremeyen dudaklarından hiç de aklından geçmeyen cümleler dökülmüştü bu sefer de.
"Enes'i ikna edersin sen... Hadi, özledim sizi de." Aslında tek niyeti bütün aileyi bir arada görmekti; annesini, ablasını, babasını, yeğeni Enes'i...
"Peki" dedi ablası yılgınlıkla, içindeki memleket hasreti çeken yanı bu onayına karşın sevinç çığlıkları atarken, antidepresanlarının açığa çıkacağını bilen tarafı ise hakaret yağdırıyordu.
"Tamam o zaman, Çarşamba günü size de bilet alıyorum. Trabzon'a uçakla iner, oradan Artvin'e birlikte geçeriz."
*****
Ablasıyla yaptığı görüşmenin ardından derse gitmek için son kontrollerini yaptı. İki gün diye geçirdi içinden, iki gün sonrasında biraz olsun uzaklaşacaktı buradan.
Normalde gitmeden evvel kimseye haber vermezdi, bütün prosedür zırvalıklarını asistanı Özerk halleder ve onun adına atılması gereken imzaları atıp Derman'a hiçbir iş bırakmazdı. Nedense sonsuz bir güven duyduğu bu gence bir türlü hastalığından bahsetmiyordu, bahsetmek istemiyordu. Kendisine hayranlıkla bakan bir gözün kırgınlıkla bakacağından korkuyordu belki de... Yalnızca sıradan bir asistana bile açıklayamadığı durumunu, bütün herkese, okuluna, dinleyicilerine, medyaya nasıl açıklayacaktı? Elden ayaktan iyice düşene kadar böyle bir izlenim vermeye niyeti yoktu. Kesinlikle, ailesi bile bilmeyecekti.
Bu seferki gidişinde görmek istediği tek bir kişi vardı aslında; Hüma Öztürk. Onu odasına çağırmak ve burada cumartesi günü ne yaptığını, neden defterlerini karıştırıp yazdığı notalarla oynadığını sormak için can atıyordu. Aslında düzelttiklerine şöyle bir göz attığında kızın haklı düzenlemeler yaptığını anlamak hiç de zor değildi ancak kendisinden izinsiz yapılan bu hareket sinirlerini zıplatmaya yeterli bir sebepti.
Birden kapı çaldı ve sanki aklından geçenleri duymuşçasına içeriye girdi, saatlerdir aklından çıkmayan kız.
"Müsait misiniz, Hocam?" sormak için sorduğu sorunun cevabını dinlemeden, iki gün öncesinde uyuyakaldığı koltuğa oturdu. Adamın takım elbisenin içerisinde ne kadar da ihtişamlı durduğunu fark etmemek için biraz aptal olmak gerekiyordu. Ellerini masanın üzerinde birleştirişini süzdü dikkatle. O eller piyanonun başına geçince dünyanın sekizinci harikasını resmediyordu insanların kulaklarına... Onu hiç sahnede izlemediğini hatırladı o an. Yalnızca o değil, kimse izleyemiyordu ki bu gizemli adamı... Hep ışıkların ardında kalıyordu, hep bir karartı bulunuyordu. Bu, hafif kırışıkların bulunduğu yüzün sahnedeyken ne gibi bir ifadeye büründüğünü çok merak ediyordu.
"Ben de seni bekliyordum, Hüma" diyerek süzdü o da, kendisine yönelen bakışların verdiği özgüvenle. Ve sesinin en tehditkâr hâline bürünmesini keyifle izledi. "Geçen gün neden odamda uyuduğunu açıklaman için."
Titriyordu. Korkudan değildi titremesi. Bu adamı ilk defa böyle tehditkâr görüyor oluşundandı. Adam öyle bir hesap soruyordu ki, en ağır günahı işlemiş gibi hissediyordu. Nasıl öğrenmişti bu odada uyuyakaldığını? "Ah salak kafam!" diyerek başını dağlara taşlara vursa yeriydi belki de... Burada uyumak yaptığı en büyük hataydı.
"Kamera kayıtları"
"A-anlamadım?" Yelkenleri suya inmiş, birazdan kıyıya yanaşacaktı.
"Nereden öğrendiğimi merak ediyorsun, kamera kayıtları diyorum ben de. Şimdi tekrar soruyorum, Hüma; odamda ne yapıyordun?"
"Ben sadece..." Bugün ne çok açıklama yapma gereği duymuştu! O, kimseye açıklama yapmak istemiyordu aslında. Tek istediği bu işi bitirmekti.
"Odaya herhangi bir çalışan girseydi ve seni burada görseydi, burada, benim koltuğumda uyuduğunu görseydi, çıkabilecek rezaletin diyetini ödeyebilecek miydin?!"
"Kimse giremezdi, kapıyı kilitlemiştim."
Küçümser bir gülüş dudaklarında yerini alırken başını iki yana salladı Derman.
"Özrün, kabahatinden büyük. Hayır hayır, ikisi de eş değer. Ben de sana bunu soracaktım, iyi oldu hatırlattığın; odamın anahtarını nereden buldun? Bu odanın anahtarı yalnızca Özerk ve bende bulunuyor Hüma."
"Şey, anahtarı..." Kafasında yapacağı açıklamayı santim santim ölçüyordu. Herhangi yanlış söyleyeceği bir şeyde bu adamın vereceği tepkiyi bilmiyordu. 'O anahtarı masanızdan aldım' dese, nasıl bir dönüt alırdı? Kestiremiyordu bir türlü. İçerisinin yavaş yavaş soğuyan havası, ürpermesine neden olurken o sadece "şey... ben..." diyerek geveliyordu.
İşte, en umulmadıklar, en umulmadık anlarda gelirken, yine Derman'ı es geçmemişti. İlk önce yavaş yavaş görüşü bulanıklaşmıştı, kanın, bütün damarlarını delik deşik etmiş yüzlerce şırıngayla vücudundan hızla çekildiğini hissediyordu. Biraz sonra iki kolu birden kasılmaya başlayacak ve belki de o masaya yığılıp kalacaktı. Konuşması peltekleşmeden evvel bu kızı odasından göndermeli ve Özerk'i çağırmalıydı.
"Hüma... Çık odamdan." Ceplerinde kalan gücünün son kırıntılarını bu kızın karşısında dik durmaya çalışırken harcıyordu. Birazdan hiçbir kırıntı kalmayacaktı, farkındaydı. En son ne zaman bu kadar kötü bir atak geçirdiğini hatırladı, yaklaşık iki ay evveldi... Bereket versin ki o zaman evdeydi ve yanında Arif vardı. Şimdi ise en son olmak istediği yerde, en son karşısında olmak istediği kişinin karşısındaydı.
"Derman Hocam, gerçekten haklı sebep-" Konuşmasını Derman'ın yükselen sesi bıçak gibi keserken, genç kız kesiğin etkisiyle yerinden sıçradı.
"Sana çık dedim Hüma! Hemen!"
Hüma, hızla yerinden kalktı ve içinde oluşan kırgınlıkların oluşturduğu öfkeyle, kapıyı çarpmaktan çekinmeyerek çıktı odadan. Adamın kendisini kovmasının nedeninin arşa yükselen egosundan kaynaklı olduğunu düşünüyordu ancak bilmiyordu ki gerçek çok farklıydı.
Derman, güçlükle masadaki telefonu aldı ve dördü tuşlayarak Özerk'i aradı. Özerk, telefonu kulağına götürdüğünde duyduğu kesik kesik seslerden anlamsız cümleler oluşturduğunda anladı kötü bir şey olduğunu ve sanki ışınlanmış gibi koşarak Derman Hocasının odasına geldi. Geldiğindeyse masaya yığılmış bir dağ gördü...
Sonrası ise, Derman'ın uyandıktan sonra hatırlayamayacağı karanlık anlardı.

-Di'li Geçmiş ZamanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin