BÖLÜM 10 "MAVİ'YE"

290 28 11
                                    

Ay çok şükür onuncu bölüm! Funda Kınalı'ya itafen! :)

BÖLÜM ON

"Mavi'ye"

Kendisine sakladığı yüzlerce gerçeğin bir başkaları tarafından öğrenileceği korkusu içten içe kemirirken kişiyi, onları saklayabilme kuşkusu da diken üzerinde yaşamını devam ettirmesi neden oluyordu insanların. Derman, uzun zamandır sislerin ardına ittiği hastalığının gün yüzüne çıkacağından haberdarken bunun bu şekilde, bir öğrencisinin karşısında atak geçirerek olmasını beklemiyordu. Hüma... Büyük gözlü, hırçınlığı ve inatçılığı her bir duruşuna yansıyan güzel kız... Bütün kararlılığıyla dikilirken karşısında, ondan gizleyebildiğini düşündüğü şeylerin ablasının bir anda öğrenip karşısına dikilmesini beklemiyordu. Ona başından geçenlerin hepsini, yalanların arkasına sığınma gereği duymadan, dürüstçe anlatmıştı. Bu her ne kadar bir zorunluluk olarak atfedilse de, uzun süredir saklayıp sırtına yük ettiği her bir cümleyi Derya'ya anlatmanın verdiği rahatlamayla geriye yaslandı.

"Bunları neden en başında söylemedin bize?" Dakikalardır bütün hastalık hikâyesini dinlerken suskunluğu korumuş, en son ki atağı da dinlemenin ardından sonunda konuşabilmişti Derya. Buğulanmış gözleri kardeşine acıdığından değildi elbette. Bunca zamandır onun yanında olamadığından, omuzladığı bütün yükü hafifletemediğinden, zerre kadar da olsa bir yarar sağlayamadığındandı. Sevdiğimiz birinin yaşadığı karanlık günlerde, o kişinin kendisini hapsettiği sonsuz dehlizlerde tutabildiğimiz en küçük bir ışık kırıntısı dahi bizim sonrasında pişmanlık duymamızı azaltıyordu. Derya da ışık tutamamanın büyük pişmanlığıyla erkek kardeşine soruyordu şimdi. "Neden bunca zaman gizledin?" diye yinelerken, Derman cevapsızlığıyla bakışlarını kaçırdı.

"Verecek bir cevabım yok abla." Önündeki sudan bir yudum aldı. Bunca zamanın -geçirdiği atağın- ardından ilk defa bu kadar uzun bir konuşma yapmış, susamıştı. "İtiraf etmeliyim ki, korktum. Ortaya çıkmasından, biriktirdiğim her bir yılın çöpe gitmesinden, benim yüzümden üzülmenizden... Özellikle de annemlerin. Lütfen, onlara tek kelime etme. Lütfen."

"Bunu onlardan saklamamı nasıl bekleyebilirsin? Öylece yerimde oturup, bununla nasıl başa çıkamadığını izleyemem."

"Aynen öyle yapacaksın abla" dedi, kararlılığı vurguladığı her seste hissedilirken yineledi; "aynen öyle." Ancak ablasının gözlerinde herhangi bir ikna kırıntısı göremedi, görmeyi de ummuyordu zaten. Onun ıslak bakışlarında beklediği etkiyi görebilmesinin tek yolu onu sıkıştırmaktı. Bunu söylemenin kendisinde ne kadar eğreti duracağını bildiği halde devam etti; "Nasıl ki sen antidepresanlarını herkesten saklıyorsun, ben de bunu gizliyorum. Lütfen. Bunu söylediğim için çok üzgünüm ama yalvarıyorum kimseye MS'den bahsetme." Sol elinin güçsüzlüğü hâlâ tahtından inmemişti. Bırak, saatimden azalan kumlar kendi halinde aksın, gitsin. Annemlere ya da herhangi birine bunu söylediğinde ne değişecek? Her adımımla yaklaşmaya devam ettiğim o son gelmeyecek mi? Bırak, kimseyi üzüp kırmadan bekleyeyim sonumu. Zaten, yakında şu yataktan kalkmam mucize hâlini alacak. Bırak bari o güne kadar, biraz daha mutlu yaşasınlar."

Önündeki cam bardağı yavaşça koltuğun kenarına bıraktı. İçerisindeki kahve, beyaz koltuğun üzerinde dağılarak hafif bir koyulaşma oluştururken, o kardeşinin "Nasıl ki sen antidepresanlarını herkesten saklıyorsun..." cümlesiyle başlayan konuşmasında, tamamından çok ilk cümleye odaklı kalmıştı. Aslında, bildiği bu gerçeğin -o ilaçlara bağlı olduğu gerçeğinin- bu şekilde, onun tabiriyle "çirkince" dile getirilmesiydi biraz sonra kuracağı cümlelerde saklı kalan sesinin titremesi.

"O ilaçlara mahkûm olmayı ben mi istiyorum sanıyorsun? Bu çok... Çok çirkin." Sesiyle aynı ritmi oluşturan, kırışmaya ramak kalmış ellerini kontrol etmek için dizlerinde birleştirerek kısa bir soluk aldı.

"Bak, gerçekten ben öyle demek istemedim. İnan bana abla. Bu, asla kötü bir şey değil. Tedavi görüyor oluşun, bazı kimyasal maddelere şimdilik ihtiyaç duyuşun. Benim söylemek istediğim, değinmek istediğim şey çok çok farklı."

Derman'ı duymamışçasına devam etti. Yaşamında ruhuna atılan en derin çizginin hâlâ ıslak kalan yüzeyine bir kere dokunmuştu kardeşi. Şimdi, ne derse desin, affı yoktu.

"Bu bir zayıflık değil." Tam Derya ağzını açıp, bakışlarından anlaşılan kırgınlığını bir de kelimelerle ifade edecekti ki, Derman susturdu onu. "Benimkinin yanında, hiç de değil."

Yaşamları boyunca soluk almaya vakti olmayan bu iki kardeş, saatlerce devam ettiler "seni kırdığım için üzgünüm" ve "bu yönlerimizi kimse bilmesin" özetli konuşmalarına. Aslında, ikisinin de kırgınlıkları, kızgınlıkları kendilerinden başkasına değildi. Derman, umutsuzluğunun en karanlık kentinde, en çıkmaz sokağındayken boy gösteren bu hastalığının kimse tarafından bilinmemesine ikna ederken ablasını, Derya da antidepresanlarının annesi ya da babası tarafından öğrenilmeyeceğinin teminatını aldığı için içi rahattı.

"Elinin uyuşukluğu tamamen geçtiğinde gidelim buradan. Biraz hava almak sana da, bana da iyi gelir." Genç kadın elbette ki kendisini düşünerek böyle bir öneride bulunmamıştı. "Gitmeyi de istiyordun hem, bu atağın olmasa gidecektik, değil mi?"

"Evet abla, sizi Hopa'da görmek istiyordum. Beni bu şekilde, titreten ellerle..." iki elini de dizlerinden yukarı kaldırdı; "...merdivenlerden inerken aksayan bir bacakla görmek değil."

"Bir şeyin yok ki ama! Bak, geçmiş birçoğu."

"Birçoğu" diyerek altını çizme gereği duydu Derman, harflerinin uzuvlarının kendisinde derin bir çizik bıraktığı kelimenin.

"Geriye kalanlar da yavaş yavaş düzelecektir. Nasıl ki, yatağa bağlı hâlinden şimdiki hâline gelebildin."

"Peki, ne zamana kadar?" En can alıcı soru, ikisinden de bir tutam almayı ihmal etmeden çıktı ağzından Derman'ın. "Ne zamana kadar ayakta gezeceğim ve yeni bir atağa bekçilik edeceğim? İnan bana abla, bunu beklemekten yoruldum. Bunu düşünmekten, bunu engellemeye çalışmaktan ve bundan korkmaktan yoruldum."

"Hepsini anlıyorum, hissediyorum." Oturduğu yerden kalkıp hızla Derman'ın yanına geldi ve sarıldı büyüdüğünü bir türlü kabullenemediği kardeşine. "Bütün o zor duyguları biliyorum. Bunları söylemem sana hiçbir fayda sağlamıyor, bunu da biliyorum. Ama sen de şunu bil; bunların hepsini, birlikte aşabiliriz. Birlikte. Değil mi?"

"Değil, abla. Değil. Ben bunca zaman savaştım ve bacaklarımı bile etkilemeye başladı. Her atakta bir adım geriye gidiyorum. Bunu hiçbir şekilde aşamayacağız, aşamayacağım."

"Böyle düşünmeye devam ettikçe aşamazsın. Bana bundan yıllar önce söylediklerini hatırla."

O zamanlar Derya yeni terkedilmiş, down sendromlu bir çocukla yaşamaya nasıl devam edeceğini kara kara düşünüp aynı umutsuzluk selinde çırpınırken en büyük destekçisi elbette ki Derman olmuştu. Ve o zamanlardaki konuşmalar bugünküyle aynıydı ancak roller farklıydı.

"Senin durumun farklıydı. Anlamıyor musun, abla? Bu yalnızca psikolojik bir durum değil." Kim ne derse desin kabul etmiyor ve etmeyecekti. Onun kendine duyduğu inanç, hastalığını öğrendiği gün silinip gitmişti.

Derya da şimdilik daha fazla ısrar etmedi. Kardeşinin kendisine sonuna kadar karşı çıkacağını bildiğinden, sadece o anlık konuyu değiştirmeye çalıştı. Derman biraz daha iyi olduğunda bir çözüm yolu bulurdu. "Ne diyorduk en başında? Nereden geldi bu konu buraya?"

"Hopa diyorduk, abla."

"Ah, evet; Hopa. Gidelim istersen. Arif'e söylerim, alır biletleri. Annemlere de konsey toplantısı gibi bir şey uydururuz."

"Uydururuz?" Şaşkınlığın rengine büründü sesi. Aynı anlarda da, rahatlama ve huzurla karışık bir gülümseme yerleşti dudaklarına.

"Hiçbir şeyi bilmeyecekler, dememiş miydik?" Göz kırptı Derya.

"Doğru, hiçbir şey bilmeyecekler... O zaman gidelim." 

"Mavi'ye, Yeşil'e..."   İki rengin oluşturduğu ahenk gözlerinin önüne geldiği an bile, huzur kokan hayali bir rüzgârın kendisini sardığını hissedebiliyordu.

"Mavi'ye ve Yeşil'e..." diye tekrar etti Derman, "Mavi'ye ve Yeşil'e..."

-Di'li Geçmiş ZamanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin