Onu uyuyor gibi düşünüyordu. Onunla bulunduğu şu kısa süre boyunca kendine bir kız kardeş bulmuştu. Korunmaya ihtiyacı olmasa dahi korumak için çırpınabileceği biri. James Buchanan Barnes, Agnessa Radford'u kaybetmenin acısını en az Wanda ve Pietro Maximoff kadar hissediyordu. Hafızasını, geçmişini ve en yakın arkadaşını ona bahşetmişti Nessa.
"Düşünceli görünüyorsun." Steve, ağır ve heybetini gösterecek kadar sert olan adımlarıyla kapıdan içeri girdi. Hoş, Bucky kimin gelip gelmediğini umursamıyordu. Bazen Mila geliyor, dalga halinde cümlerler kuruyor ve gidiyordu. Nessa'nın kopyası gibiydi genç kız. Tıfıl, heyecanlı ve zeki. Onun içinin çoğu kişiden fazla paramparça olduğunu biliyordu genç görünen adam. Lakin, tıpkı Nessa gibi o da duygu saklama konusunda beceriliydi. "Son iki aydır olduğum gibi, değil mi?" Steve elindeki şarap şişesini bir kere salladı, komidinin üzerine bardakları yerleştirdikten sonra da şişeyi açarak bardaklara 1889 yapımı yıllanmış şaraptan doldurdu. "Biz sarhoş olmayız, Rogers." Bardaklardan birini kendi eline aldı Yüzbaşı, diğerini de Bucky'nin eline tutuşturdu. "Sarhoş olmayacağımızı ben de biliyorum Barnes. Sadece iç gitsin." Tatlı ve mayhoş sıvının boğazından içeriye geçişini hissetti Bucky Barnes, uzun zamandır içmemişti. "Yarıngöreve gidiyoruz."
Steve başıyla onayladı. İki aydan beridir ilk defa göreve çıkacaklardı. İki ay olmuştu genç kız öleli, Maximofflar New York'u terk etmişlerdi. Sessizce hem de. Natasha Rusya'ya dönmüştü, muhtemelen birkaç gün sonra geri gelirdi. Stark ve Pepper kuledeydiler. Banner genç kızın cenazesinden sonra yeniden ortadan kaybolmuştu. Peter Parker, Gwen'den sonra bir de yakın arkadaşlarından biri olan Nessa'yı kaybedince daha da fazla üzgündü.
Hepsi için.
Şehir yavaş yavaş toparlanırken Agnessa Radford'un namı dünyayı sarmaya başlamıştı. Herkes ona özeniyor, onun gibi olmaya çalışıyordu. Onun için tutulan üç günlük yas iki ay önce bitsede, insanların kalbi hala acı ile bükülüyordu.
İnsanlar artık daha az gülüyor, daha az konuşuyordu. Koca şehiri bırakın, dünya efsanesi haline gelmişti Agnessa. Onu sevmeyen bir kişi sayısı on parmağı doldurmayacak kadar azdı.
Dediğimiz gibi hayat devam ediyordu lakin iyi devam ettiği söylenemezdi. SHIELD üsttü dağılma noktasından dönmüştü, kahramanlar tek tek yıkılmış, pamuk şeker gibi bölünmüşlerdi. Dünya için bile bu kadar zorken onu kaybetmek, onlar için ne kadar kolay olurdu ki? Phil Coulson yöneticilikten çekilip yerini Nick Fury'a devretmişti. Bu psikoloji ile bir üsttü yönetmezdi. Belki de kendini toplayamayan tek kişi oydu. Ah düzeltiyim o ve Pietro.
Pietro Maximoff her ne kadar ondan ayrılmak istemese de New York onu boğmuştu. Ana vatanlarına da döndükleri söylenemezdi. Alaska'nın ağaçlık arazisi çetin kışı onlara bir nebze olsun iyi gelmişti. Dışarıdaki kar daha sakin olmalarını sağlıyordu.
Ormanın içinde büyük ahşap kulübeleri ve kendileri vardı. Acıları vardı, yasları vardı.
Pietro her Allah'ın günü Wanda'ya hafızasını silmesi için yalvarıyordu, kız, ikizinin ne kadar acı çektiğini anlayabiliyordu lakin bu yaptığı onun da içini parça parça ediyordu.
Kardeşini kaybetmişti kızda. Tek arkadaşı, sırdaşı,dostu ve ruhunu. İkizinden kalır yanı yoktu onunda. Her gün ağlıyor veyahut da kardeşini teselli ediyordu. Son iki ay düzenli olarak böyle geçmişti onlar için.
Peki Stark mı ne yapıyordu? Ah onun için tam bir işkenceydi geçen aylar. Varisi olarak gördüğü, canını ciğerini kaybetmişti.
Loki'nin onda bıraktığı etkiden daha beterdi psikolojisi. Her gece soğuk terler içinde uyanıyorum ve sonra ise uyuyamıyordu. Gözlerini kapadığı an onu kurtaramayışı tokat atıyordu yüzüne. O sahneler canlanıyordu aklında. Ölmek istiyordu Stark. Onu kurtarmadığı için ölmek. Ailesinden bir parça daha yitirmişti ve onun için en büyük korku sevdiğini kaybetmek iken şimdi sol tarafı felç olmuştu. Çirkin mor yaratık her gece onun gözlerinin içine bakıyor ve 'Senin yüzünden Stark. Sen bencilin teksin.' Diyordu.
Hiçbir suçu olmadığı halde kendini bu kadar heba ediyordu adam. Kuleye kapanmış ve dışarı çıkmıyordu. Pepper hariç herkes ile ilişkisini kesmişti.
Peki Camilla Radford. Ona ne demeliyiz? Açıkçısı bunu tarif edebileceğimi bilmiyorum.
İçinde büyük bir nefret vardı. Ailesine karşı olan bir nefret.
Hiçbir zaman Agnessa ile görüşmesini istemezlerdi. Sürekli onları ayırmak için planlar yapar ve bunları uygularlardı lakin hiç başarılı oldukları söylenemezdi tabi onun gitmesine neden olmaları dışında. Mila çok baskıcı bir ailede yetilmişti. Babası her zaman kardeşini kıskanırdı bu yüzden ondan ve kızı Agnessa dan nefret ederdi. Kıskanmasının belli başlı sebepleri vardı elbet. Buna başını, dedelerinin genlerini kendi kızının değil de onun kızının alması çekerken, Willam'ın daha üst seviye bir ajan olmadı da onu destekliyordu.
Evet Mila'nın hiçbir özel yeteneği yoktu, savaş stratejileri ve kimya dehası olması dışında, yoktu. Bunu kendine hiç dert etmese de ailesi onu kışkırtırdı lakin Mila'nın, Nessa'ya olan sevgisi hiç bitmemişti. Onunla yapmıştı her şeyi ve oradan ayrılırken de onun rızası ile ayrılmıştı.
Her şey ailesi yüzündendi. Agnessa ile geçireceği zamanları ondan bir bir çekip almışlardı. Şimdi ise nasıl bir canavar yaratıklarını görmeyecek kadar kördüler.
İntikam ateşi kızın burun direklerini enfes kokusu ile yakıyordu.
Agnessa'nın odasının ortasında dikilirken, sakin New York'a döndü ve acımasızca gülümsedi. O kötü olandı, acımasız ve soğuk kanlı olan.
" Kim veya niye olduğu önemli değil Agnessa, intikamımızı acımadan alacağım. Sana yemin ederim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lost Time|| Lost Souls » 2
Science Fictionİntikamın soğuk rüzgarı demir gibi işlerken tenine, Geçmişin kanı bekler seni kalbin dönemecinde. Kum taneleri gibi süzülürsen acının dengesinde, Kötülüğün gölgesi yok eder seni tek bir gecede. **** Yok oluştan doğan başlangıç ne kadar temiz olabi...