2. Bölüm: Prens Adımı Biliyor!

19.2K 414 34
                                    

Arkamı döndüğümde ellerim sıcacık,taş gibi sert bir 'şey'e tutunuyordu. Şey... Gutanya Prensi'ydi. Başımı görkemli boyunda gözlerini görecek kadar kaldırdığımda boynuma ve yüreğime aynı anda oklar saplanmıştı. İşte ben bu ilk gerçek ve fark edilir göz temasında ölmüştüm...
Prens, turnuvalardaki göz temasımızı hatırlıyor olamazdı öyle değil mi? Bu imkansızdı. Çingenenin kızını bir prens nasıl hatırlayabilirdi ki tanrı aşkına? Donup kaldığım kısacık an boyunca majesteleri benden çok daha vahim bir haldeydi.
Buz tutmuş gölün parçalanıp içine düşmüş gibi hissederken titredim. Az sonra bayılacağımı düşünüyordum, çünkü başım hiç olmadığı kadar dönüyordu ve nefesim ne yazık ki erkeksi vücuduna dokunan ellerim yüzünden ciğerlerime ulaşmıyordu.

Şu adamın bana bir kez sarılması için değersiz canımı vermeye daha o an razı gelmiştim. Açılan ağzı bir süre sonra konuşmayı bilmiyor gibi tekrar kapandı. Arkasından sert bir şekilde yutkundu ve gözlerim öpmek istediğim adem elmasında takılı kaldı. Tanrılar, Prensi yaratırken kaç gün uğraşmışlardı acaba? Gutanya Krallığına, gelecekte tahta geçmesi için bir tanrı göndermişlerdi kuşkusuz. Çünkü benim gözümde prens insan olamayacak kadar çekiciydi. Hatta ülkedeki kadınlara bakma yasağı gelmesi an meselesi gibi gözüküyordu. Onun babası gibi dillere destan yatak maceralarına kulak verecek olursam bundan emin olduğumu bile söyleyebilirim.

Yine de ne olursa olsun onun soyuna lanet olsundu. Çünkü tam bu zaman diliminde dünya durmuş, yirmi yaşıma kadar sürekli ondan bundan dayak yemiş öldürülmek istenmişken, bazen günlerce yiyecek bir kuru ekmek bulamadıysam ve gözlerinin içine bakıyorken dudağım patlak ve kenarından kanım süzülüyorsa tüm bunların tek sorumlusu lanet olası babasıydı...

İkinci kez ağzını açtığında gözlerim dudakların bir türlü ayrılamıyordu lanet olsun. Bir erkeğin böylesine arzu dolu yaratılması benim gibi kendini bilmez ve asi kızlar için büyük bir sorun teşkil ediyordu.
Sarının en altın tonunun dans ettiği göz bebekleri büyüdü ve büyülü çekicilikteki ağzından en sonunda dizlerimin bağını koparan kalın, buğulu sesini duydum.
''Siz.'' diye mırıldandı hayretle.
Ah, lanet olsun! Beni nasıl tanımış olabilirdi ki? Ben bu toprakların görünmez kızıydım.
Yüreğim, göğüs kafesimi terk etmiş ve gözlerimin önünde ayaklanmış kaçıyordu. Yanaklarım alev aldığında bakışlarının oraya kaydığı görmüştüm. Hemen arkasından o ateş tüm vücuduma yayıldı ve en sonunda majestelerine karşılık verdim.
''Ben...''
Lanet olsun Marcus, beni neden saraya getirdin ki?! Tanrılarım bu yaşadığım çok mantıksızdı ve onunla yan yana durduğumda konuşacak kelimelerim kanatlanıp uçardı dilimin ucundan. Hiçbir açıklama yapmak zorunda değildim ve telaşım yüzünden tabanlarım yağlandı.
Prensi geride bırakmam gerektiğini düşünerek sur kapısına doğru adeta uçuyordum.

Peşimden yerde zelzeleler yaratarak koşan gürültülü birkaç adım duyunca hafifçe kafamı çevirmemle güçlü tek bir kol tarafından belimden tutulup kapı duvarına yapıştırıldım. Saray avlusunda eğitimde olan  askerleri çalıştıran Prens'te tüm ordusu gibi yarı çıplaktı. Ülkedeki en soysuz kadını vücuduyla kapının duvarı arasına sıkıştıran soylular soylusunu, ordusu, hizmetkarları ve o an avludan bulunan gerekli gereksiz herkes izliyordu. O gözlerde gördüğüm tiksinti yüzünden prensin belimi sarmalamış kollarını bile kesmek istediklerini  anladım.
Başımı kaldırdığımda gözlerinde yoğun bir öfke ve bu öfkesine tamamen zıt eğlenceli parıltılar gördüm. Ama dudakları bu güvendiğim parıltılara tepkisiz bir şekilde sımsıkı kapalıydı ve kaşlarını da çatmıştı.
''Kaçıyorsunuz!'' dedi anlam vermeye çalışır gibi.
Ancak belimde gezen elini hissettiğim an üzerime ateş topu düşmüş gibi onu ittirdim. Lanet bir Prens oluşu bir yana diğer tarafta hayatımı kan ve gözyaşından ibaret kılan ailenin de lanet olası oğluydu.
Vücudumun verdiği aptal tepkiler yüzünden soyuma ihanet etmişlik hissiyle yaşayamazdım. Mide bulandırıcı hayatımda zaten yaşıyor gibi de sayılmazdım.
''Bana dokunma!'' Yoksa eririm...
Bir an sonra yüzünde öyle an alıcı bir gülümseme belirdi ki güneş sanki önümde doğmuş gibi gözlerim kamaştı. ''Sen osun! Turnuvadaki kız!''
Prensin aklına girmek küçük bir lanetti ve şuan beni tutup odasına götürüp mahvetse bu kimsenin zerre kadar umurunda olmazdı. Bakışları dudaklarıma kaydığında, hayatım da kaymış gibi hissetmem umarım yalnızca bir his olarak kalırdı. Dudağımın kenarından süzülen kanı fark edince sıcacık başparmağı dudağıma değdi. ''Nasıl?''dedi intikam hissiyle kavrulan bakışlarını bana dikerek. ''Olivia nasıl?!''
Zerre kadar etkilenmediğim kükreyişinde yakaladığım şey bambaşkaydı. ''Adımı nereden biliyorsunuz?!''
Ve az önce yalnızca his olarak kalmasını istediğim bu lanet gerçek oldu, majesteleri elimden tutup beni saraya doğru sürükledi. Askerlerin arasında geçerken herkes hayret içinde kalakalmıştı. Kolu bileğimi öyle sıkı sarmıştı ki bembeyaz tenim moraracaktı muhtemelen. Sarayın içi benim hayallerime bile sığdıramayacağım kadar büyük ve süslüydü. Gözlerde görmeye alışkın olduğum şekilde tiksintiyle yanıyordu. Ama yaşadığımız bu aptalca anlarda prensin insanların ne düşündüğünü zerre kadar umursamadığını görmek beni mutlu etmişti. Demek yakışıklı prensle bir ortak noktamız daha vardı.
Koridorlardan, kanatlardan ve merdivenlerden geçip içerisinin tamamen bordo ve siyah renkle döşendiği odaya girdiğimizde prens beni bırakıp kapıyı kilitledi. Aman tanrılarım kapıyı kilitlemişti!!

Aşk ve ÖzgürlükHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin