Hastane Kanadı sabah da soğuktu. Pencerenin önüne birikmiş karlar yüzünden oda daha karanlık bir yer hâlini almıştı ve Albus ayıldığında, üzerine eğilmiş başların oluşturduğu karanlık yüzünden, bir an için vaktin gece yarısı olduğunu sandı. "Kaç saattir baygınım?" dedi gözlerini aralayarak; ardından gelen adrenalin dolu bir korkuyla kırık bileğine baktı. Bembeyaz sargı kaplıydı üzeri. "On iki saattir. Bu arada bir hafta daha Hastane Kanadı'nda kalman gerekiyormuş." dedi James, yüzü bitkin bir haldeydi. "Madam Pomfrey, sargının bir hafta daha kalması gerektiğini söyledi." "Bir hafta daha mı?" dedi Albus, sesini istemeden de olsa yükselterek. Bu kemiği kırık bir hastaya Hogwarts'ta verilebilecek en uzun süreydi. Babasının kolundaki tüm kemiklerin yeniden yapılması bile sadece bir gecesini almıştı. James başını evet anlamında salladı. "Canın hâlâ acıyor mu?" dedi sonra Rose, James'inkine benzer uykulu bir yüzle. "Hayır." dedi Albus, yalan söyleyerek; ama dünkü kadar canı yanmıyordu. "Madam Pomfrey nerede?" "Biz uyuyakaldığımızda, o da kendi odasına çekilmiş olmalı." dedi Nena, yüzü eskisinden de soluktu. Albus, sonra, gözleriyle Lenny'i aradı ama bulamadı. Arkadaşlarına sorabilirdi aslında, ama umursamıyormuş gibi hiç sesini çıkarmadı. Sahi, neredeydi şimdi; en iyi arkadaşı sakatken? "İyisin, değil mi?" dedi bir kez daha James. Albus ağır ağır, başını evet anlamında salladı.* Aradan geçen acılı bir haftanın ardından, Madam Pomfrey'in de izniyle; Albus, sonunda kolundaki sargılardan kurtulup kendini soğuk ve aşırı derecede sıkıcı Hastane Kanadı'ndan dışarı attı. O gün izinli olduğu için dersi yoktu. Bu yüzden de ortak salona gidip biraz kestirmeyi düşündü. Uykuya daldığında ise tuhaf bir rüya gördü yine Albus... Kar yoktu ve hava sıcaktı... Bir insan rüyasında nasıl hisleri algılayabilir, diye düşündü Albus ve tam o anda yanında Lenny belirdi, silueti dalgalı ve zor seçiliyordu ama sesi netti."Eğer gerçekten yaşadığın şeye inanırsan o zaten gerçektir." dedi. "Ama nasıl-" derken, sarışın çocuk buharlaştı. Albus telaşla etrafına bakındı ama bir kez daha rüyasında gördüğü üzere -o zaman, Büyükanne Molly'nin evindeydi- etraf sapsarı çimlerle kaplıydı. Hafiften esen rüzgar çocuğun gözünün önündeki saçları oynattı ve Albus ciğerlerine müthiş hanımeli kokusunu çekti... Bu bir rüya olamazdı. "Albus Severus!" Adının seslenildiğini duyan çocuk sesin geldiği yöne döndü. Baktığı yerde, uzun siyah saçları omuzlarına kadar inen biri vardı. Boyu oldukça uzun ve yaşı yirmi beşinde gösteriyordu. Sesi de kendine aşina gelmeyen bir şekilde kalındı. "Beni tanıdın mı?" dedi fısıltıyı andırır bir sesle. Ama Albus daha cevap veremeden, bu sefer tam arkasında başka bir ses daha duyuldu. James'in sesiydi. "Albus, kalk artık!" "Ne kalkması-" "Albus uyan! ALBUS UYAN!" Ve çocuk bir an için gözlerini sımsıkı yumdu ve açtığında kendini tekrar ortak salonda, şöminenin yanındaki, her zaman uzandığı kanepede buldu. Ağabeyi James, kendini dürtüyordu. Ama bir tuhaflık vardı... "ALBUS UYAN ARTIK, N'OLUR?!" Albus, "Zaten uyanığım." demek istedi ama boğazından tek bir ses bile çıkmadı. Vücudu bir kez daha James'in dürtüleriyle sarsılırken, ona karşı koymaya çalıştı ama felç olmuş, hareket edemiyordu. Kardeşinin tam arkasında Lenny belirdi. Dudağı hafif bir sırıtışla kıvrıldı. Ve Albus bir kez daha gözlerini sımsıkı yumdu ve açtı. Kolunu ani hareketlerle önünde salladı ve bu sefer gerçekten uyandığını anladı. Az önce ne olduğunu anlayıp ayağa kalktığında etrafa göz gezdirdi. Oda tamamıyla boştu. Ders bitimini belirten zille birlikte Albus kendini, o gün görecekleri son ders olan Tılsım dersliğine attı. İçindeki heyecan duygusuyla, bir haftadır kendini görmeye gelmeyen arkadaşıyla konuşmak için oraya vardığında, neden böyle heyecanlandığını düşündü. Lenny, en iyi arkadaşı sakatken, onu görmeye gelmemişti -tamam Albus'un, ona çok fazla ihtiyacı yoktu ama insan yine de arkadaşının nasıl olduğunu kontrol etmek için gelirdi. Düşüncelerinden sıyrıldı ve kapının açılmasıyla dışarı taşan öğrenciler yüzünden çekilmek zorunda kaldı. En son Rose'un çıktığını gördüğünde ise oldukça şaşırdı. Lenny sınıfta yoktu. "Lenny'i gördün mü?" dedi Albus, Rose'u bi kenara çekip. "Hayır." diye cevap verdi kız, iki saniye düşündükten sonra. "Derse girmedi mi yani?" dedi Albus bu sefer üsteleyerek. "B-bilmiyorum." dedi Rose, "Dikkat etmedim. Az önce çıkmadı mı?" "Hayır. Belki dışarı çıkmıştır." dedi kendi kendine Albus ve Rose'un arkasından bağırmasına aldırmayarak okulun dışarı açılan büyük kapısına doğru koşturdu. Kapı kendiliğinden açıldığında yüzü bir kez daha uyuştu ama zorlukla karlar üzerinde yürüyerek, daha önce kütüphaneden Lenny'i gördüğü yere gitti. Birkaç saniye etraf bomboştu. Sonra çalılıkların arasından Lenny belirdi. Gülümsüyordu. "Demek taburcu oldun, ha?" dedi Lenny ve Albus'a sarılmak üzere kollarını açtı. Ama Albus hiçbir şekilde tepki vermeyince orada öylece birkaç saniye durdu... Ağaçların üzerinden havalanan bir kuş öttü."Burada ne yapıyordun?" dedi Albus sinirle. "Sadece dolaşıyordum." dedi Lenny kollarını indirerek. "Bilirsin, dersten sıkıldığım için-" "Bu kaç oldu?" dedi Albus. "Kaçıncı kez derse girmiyorsun?" "Sen Hastane Kanadı'na gireli beri hiçbir derse-" "Profesörler hiçbir şey demiyor mu yani?" dedi Albus, Lenny'nin sözünü keserek ve şaşkınlıkla. Hani diğerleri tamam da, Profesör McGonagall nasıl olmuştu da sesini çıkarmamıştı. "Hayır." dedi Lenny, yüzü giderek asıldı ve sert bir görünüm halini aldı. "Gören de hiç ders kaytarmamış sanır seni." "Sadece bir ders." dedi Albus. "Hem... onlara nasıl yalan söylediğini anlayamıyorum... yani... nasıl?" Ama Lenny soruya cevap vermedi; onun yerine "Sana ne oldu?" dedi, Albus'a. "Önceden böyle şeyleri kafana takmazdın. Ne değişti de birdenbire ikinci bir Rose kesildin benim başıma?" Albus cevap vermedi. Gerçekten de Lenny'nin derslere girmemesini niye bu kadar kafasına takıyordu ki? Elini başına götürüp yanıbaşındaki ağaca yaslanarak yere çöktü. Soğuk kara aldırmıyordu. "Ne yapıyordun?" dedi eli hâlâ başında. "Yani burada- bir şey beslediğini gördüm." Ama Lenny onu dinlemedi ve ani bir hareketle kendini yeniden çalılıklara attı. Albus kısa bir anlığına arkadaşının ani hareketine şaşırsa da, sonra Lenny'nin sesiyle rahatladı. "Hemen geliyorum!" Albus da giderek soğuktan hissizleşen bacakları yüzünden bir kez daha ayağa kalktı. Islanmış pantolonuna baktı ve Rose'un ona öğretti kurulama büyüsünü yaptı. Sonra asasıyla yerdeki birkaç küçük taşla oynamaya başladı. Değişik Uçurma Büyüleri uydurarak onları oynatmaya çalıştı ama sadece Wingardium Leviosa'yı kullanabildi. Daha sonra da taşları bir bir çalılığa doğru, az önce Lenny'nin kaybolduğu yere doğru atmaya başladı. Yerde taş kalmayınca, bu sefer de karı aşındırıp oradan taşlar bulmaya çalıştı. En son büyükçe bir taş gördüğünde, onu, Lenny'nin kafasını yarar, diye atmayıp eline uçurdu. Etrafı hafif çatlak taşı cebine koydu ve Lenny'nin gelmesiyle tekrar okulun yolunu tutarak az önce arkadaşıyla ettiği kısa tartışmayı düşünmemeye çalışarak -neyse ki, Lenny de fazla üzerine gelmiyordu- ortak salonlarına kadar hiç konuşmadan yürüdüler. Cebinde hafif ağırlık yapan taşın nerden bilebilirdi ki, on dokuz yıl önce babasının ölüme giderken, kaybettiklerini bir kez daha görmek için kullandığı, üç Ölüm Yadigar'ından biri olan Diriltme Taşı olduğunu...* Kış yavaş yavaş dinmeye başladı. Koca kar taneleri yağmurla birlikte geliyorlardı artık. Sıcaklık, Nisan'a yaklaştıkları şu günlerde hafiften yükselmeye başlarken; Yasak Orman'daki çoğu yaş ağaç, tepelerindeki kar katmanlarından silkinmiş, ıslak dallar tek tük kuşlarla dolmaya başlamıştı. İşte sabah uyandığında da ilk gördüğü manzara bu olmuştu Albus'un. Uyanışı, anlam veremediği bir şekilde soğuk terlerle olmuştu; rüyasında yine sapsarı çimenli aşina bahçeyi görmüş, yine o kaba sesli adama doğru dönmüş, adam da kendisine, Albus'un her rüyada gördüğü üzere, "Beni tanıdın mı?" demiş ve der demez de işte Albus, kendini şu anda su içinde karların eriyip pencere pervazında su gölcüğü oluşturduğu cama yüzünü yaslayıp gece boyunca gördüklerini düşünmüştü. Odadaki herkes şu anda kahvaltıya indiğinden, kimsenin kendini sorgulamamasının verdiği rahatlık ve yine de, hafif bir stresle bavulunu açıp üstünü değiştirmeye koyuldu. Cebinden ağırlık veren taşı çıkarıp yatağının hemen yanındaki masaya tok bir sesle koydu. Babası, kendisine, onun da bu tip anlamsız gibi görünen rüyalar gördüğünü söylediğini hatırladı ve rüyanın sebebi de Voldemort'la arasında olan bağdı. Ama şimdi tarih olmuş karanlık büyücünün kesinlikle Albus'a karşı kullanabileceği bir güç olmazdı. O halde niye hep aynı, bir şeyler anlatmaya çalışan rüyayı görüyordu ki? Ve, o yabancı sesli adam... kimdi? "Dışarı çıkacak mısın, yoksa hayatım boyunca böyle aralık mı duracağım?" diye yüksek oktavdan bağıran Şişman Hanım'ın sesiyle, Albus, ortak salondan çıkmak üzereyken daldığı düşüncelerden sıyrılarak, bir an için olduğu yerde hareketsiz kaldı. Kapının oluşturduğu aralıktan merdivenlere giden taş yola baktı ve Şişman Hanım'dan özür dilemeyerek yoluna devam etti. Büyük Salon'da yerini aldığında yanında oturmayan ve kendinden sakladığı her neyse, onu beslemek için çoktan okul bahçesine çıkmış Lenny'e aldırmadı. Sessizce yiyeceğini yiyip Rose'un peşisıra, ilk dersi olan Bitkibilim'e girdiler. Profesör Longbottom'ın dersi her zamanki gibi tekdüze, monoton geçiyordu. Ama Albus, profesörün geçmişine ve babasının bir zamanlar en iyi arkadaşlarından biri olan adama saygı duyduğundan, Profesör Longbottom her ne derse derhal yerine getiriyordu. "Derse biraz eğlence katsa hiç fena olmazdı, hani, diyorum." dedi Albus'un hemen yanında ayakta, Onosma Bracteosum'ları önündeki küçük saksıya elinden geldiğince nazik davranarak koymaya çalışan sarı saçlı, Lenny'e oldukça benzeyen çocuk. Ağzında maskesi ve gözünde de, her öğrencide olduğu gibi, göz yaşartıcı gazı önlemek için taktığı gözlüğü olmasına rağmen korkuyor görünüyordu. "Daha önce tanışmadık, sanırım, ben Terry Teabell." dedi, "Bizlerden biraz uzak duruyorsun da." Albus okul boyunca sadece Lenny'le takıldığını ve çok nadir de olsa diğer arkadaşlarıyla sadece selamlaştığını düşündü. "Yalnız takılmayı seviyorsun, sanırım." dedi çocuk tekrar. Ama Albus cevap vermedi. Vakit de olmadı; Profesör Longbottom'ın uyarısıyla ikisi de susup ellerindeki son bitkileri saksılara yerleştirdiler.* Albus tüm dersler bittikten sonra Quidditch antrenmanı için sahaya indiğinde ortalığa büyük bir sessizlik hakimdi. Ardından takım arkadaşları geldi ve bir saat boyunca Weasley'ın değişik taktiklerini denediler. Sakatlığından sonra ilk antrenmanına çıkan Albus'un oyuna yeniden alışması çok da uzun sürmedi. Sağ elini sakatlanmadan önceki kadar iyi kullanamıyordu belki ama, yine de her atışı oldukça etkili oluyordu. James'in ise, kardeşinin durumundan sonra yeniden eski moralini yakalaması biraz zaman aldı ama sonunda eski haline döndü. Yaptıkları iki antrenman maçında da Snitch'i kısa sürede yakalamayı başarmıştı. Ama onu veya Albus'u en çok şaşırtan şey, Quidditch antrenmanını Nena, Rose ve Lenny'nin seyretmesi olmuştu. Zaten morallerini yükselten de bu olmuştu. Sahaya en son gelen Nena'nın ardından James daha göze batar şekilde iyi oynamaya başlamıştı. Ama Lenny'nin antrenmana gelmesi, Albus'un performansını hiçbir şekilde etkilememişti. Onun yerine kafasındaki soru işaretleri yeniden belirmişti. Albus, James, Nena, Rose ve Lenny antrenman bitip de, eriyen kardan ıslanmış çimler üzerinde ayaklarını sürüyerek yeniden ortak salonlarına dönerken hiçbiri konuşmadı. Yanlarından geçen Caroline'in, bizzat kendisini, eski formunu yakaladığı için tebrik etmesine bayağı bir şaşıran ama bunu belli etmemeye çalışıp teşekkürünü belirten Albus, yüzünde büyük bir gülümsemeyle ve arkadaşları yanlarında, yoluna devam etti. Yatakhaneye vardığında bavulundan pijamasını çıkarıp giydi. Lenny ve James'i en arkada bıraktığı için ilk yatağa uzanan da o oldu. Sonra başını hemen sağına, sabah taşı bıraktığı masaya çevirdi. Taşı bıraktığı yerde görememesine karşı duyduğu şaşkınlığa, uykusu ve Quidditch'in verdiği yorgunluk daha ağır bastı ve gözlerini yumduğu anda rüyaya daldı. Sadece dolunayın aydınlattığı bir bahçedeydi. Beyaz ışık çimlere vurduğunda onları aydınlattı ve hepsi de sapsarıydı. Bahçenin dışına çevrelenmiş olan karanlık ağaçların oluşturduğu orman sakindi. Ayrıca çimlerin üzerine yerleştirilmiş köhne bir kulübenin tarafından da müthiş hanımeli kokusu geliyordu. Kokuyu alan çocuğun saçları yüzü hafif genişti. Geniş yüzünü hemen yanındaki siyah saçlı çocuğa döndü. Ona Albus diyordu... O da tıpkı kendi boyunda, kendi geniş yüz ifadesine sahipti. Üstelik çocuk, kendini şu anda göremeyecek uzaklıktaydı; o, şimdi sık çalılıkların ardına saklanmış, Albus'a bakıyordu. Bir ses duydu ve başını Albus'un başının döndüğü yere döndü. Kalın ses, "Beni tanıdın mı?" demişti. O, kalın sesli adamı tanıyordu. O, onun sayesinde var olmuştu. O ve Albus, bir bütünün iki ayrı parçalarıydı... Albus karanlığın içine uyandı. Gözleri karanlığa alışırken hâlâ rüyanın etkisinde hızlı ve ani nefesler alıp verdi. James'in horultulu sesini duyduğunda kendine gelebildi ancak. Yüzünü her zaman baktığı cama döndü. Yine başlamış olan hafif sulu karla daha da ferahladığını hissetti. Ama rüyayı tekrar düşündüğünde kanın vücuduna yayılması tekrar hızlandı; az önce rüyasında, kendini Lenny'nin yerinde görmüştü...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Albus Severus Potter ve Bellatrix'in İntikamı
AdventureSihir dünyası Voldemort'un ölümüyle, sonunda rahat bir nefes almıştır. Ama kimsenin bilmediği yeni bir kötülük doğmuştur ve her geçen gün kendini intikam ve nefretle beslemiştir. Duyduğu intikam bizzat öz annesi Bellatrix Lestrange'i öldüren kişiyed...