Albus karanlığın içinde doğruldu ve etrafına bakınmaya başladı. James'in horultusu devam ediyordu. Odanın nemli duvarlarında yankılanan tek ses tüm öğrencilerin uykulu soluk alış-verişleri ve yüzeyi çiziklerle dolu olan pencereye çarpan ince yağmur damlalarının sesiydi. Albus elini dağınık saçına götürdü. Amacı saçını düzeltmek değil, gördüğü rüyadan dolayı kafa karışıklığını biraz olsun aza indirmek ve kendini rahatlatmaktı. Lakin isteği yerine gelmedi. Beyninde tek büyük bir soru işareti parıldarken gözlerini karanlığa alıştırarak odada gezdirdi. O ve Lenny bir bütünün iki parçasıydı... Bunun tek bir anlamı olabilirdi ama bunu düşünmek istemedi; es geçti. Aklı daha çok, rüyasında, gecenin içinde beliren, daha önce hayatında hiç mi hiç görmediği ve sesini de aynı şekilde duymadığı adama takıldı. "Beni tanıdın mı?" demişti adam. Oysaki rüyası devam etseydi Albus, "Hayır." diyebilirdi. Onunla daha önce tanışmadığını söylerdi ama bir rüyaları devam etseydi... Kendini Lenny'nin yerinde görmüştü. Yüzüne düşen sarı saçlarını; elini geniş çenesinde gezdirdiğini hayal meyal hatırladı. Albus'u, daha doğrusu bizzat kendisini üçüncü şahıs olarak görmüştü... Peki bu ne anlama geliyordu? Hatırladığı kadarıyla kendisini Lenny olarak, çalılıkların arasından seyrediyordu, yani saklanıyordu. Ama kimden saklanıyor ve neden böyle davranıyordu? Sapsarı çimleri hatırladı... Her rüyasında aynı sarı çimleri görüyordu... Sonra inanılmaz, sanki başka bir dünyadan gelen müthiş kokuyu hatırladı, hanımeli kokusunu... Terkedilmiş kulübeyi... Ve her parçayı birleştirdiğinde aklına tek bir olasılık geldi; rüyasında kendisini Hagrid'in kulübesinin orada görüyordu... Elbette ki Hagrid'in kulübesi terkedilmiş değildi -hafif tereddütle başını pencereye uzatıp, üzerinde ağır ağır tüten dumanlı kulübeyi görünce içi rahatladı- ama sarı çimler... hanımeli kokusu... kendisini bulutsuz gökyüzüne bakarken görmesi... Herhalde rüyasında kulübenin terkedilmiş olabileceğini tahmin ettiği için öyle görmüştü. Albus'un yatağının yanında Lenny huzursuzca kıpırdandı, James sert bir horultu koyuverdi. Gözleri inatla kapanmak istiyordu ama onu, yani Albus'u ayakta tutan kafasındaki cevapsız sorulardı. Babasının da eskiden buna benzer rüyalar gördüğünü anlattığını hatırladı. Sebebi Voldemort'la arasında olan bağdı kuşkusuz. Ama tarih olmuş karanlık büyücü nasıl oluyordu da Albus'a etki edebiliyordu ki? Yo, hayır, Voldemort değildi bu! Çok saçmaydı... Bir yarım saat orada oturduktan sonra tek düşünebildiği buydu. Sadece rüyaydı onlar... Bir anlamı olamazdı. Babası da ilk başta öyle düşünmüştü. Hepsi sadece rüya, bir anlamı olamaz, demişti o da. Ta ki, rüyasında bir yılan olarak Mr. Weasley'e saldırana kadar... İşte o zaman rüyalarının gerçekte olanlarla ilişkisi olduğunu anlamıştı. Şimdi başka bir soru yankılanıyordu Albus'un beyninde. O da birine saldırana kadar, ya da başına başka kötü bir şey gelene kadar bekleyecek miydi, yoksa bunu direkt Profesör McGonagall'a açıklayacak mıydı? McGonagal ne derdi acaba? Gecenin bir saati kendisini boşu boşuna uyandırdığı için ona kızar mıydı, yoksa babası Harry'e olanları hatırlayıp Albus'un sorununa bir çözüm arar mıydı? Ama Albus, şimdi de ikilemde kalıyordu: McGonagall her halükarda kendisini gecenin bir yarısı uyandırdığı için paylayacaktı ve belki de daha sonra onu odasından kovarak uzaklaştıracak, Albus da bir daha aklından hiç çıkmayan sorulara çözüm bulamayacaktı. O zaman profesörü sabah rahatsız etmeliydi. Ama sorular o kadar kemiriyordu ki beynini, Albus, sabahı kesinlikle bekleyemezdi... O zaman ne yapmalıydı? Mektup yazmalıydı babasına... Tıpkı babasının bir zamanlar Sirius'a yaptığı gibi... Hiç vakit kaybetmeden sandığına atıldı. İçinde ne var ne yok her şeyi dışarı fırlattı. Eline en son gelen paçavra olmuş Slytherin cüppesinin altında aradığını buldu: Küçük bir tüy kalem ve boş parşömen parçaları. Kağıdı, taşın kaybolduğu masaya attı. Tüy kalemini masasında her zaman duran siyah mürekkebe daldırıp aklına gelen her şeyi, elinden geldiğince toparlayarak yazdı. Çoğu önemli olan sorunlarından bahsettiğinden emin olduktan sonra kağıdı rulo yapıp cebine attı. Daha sonra başından beri aklında olan planı uygulamak için az önce sandığından fırlatarak çıkardığı Pelerin'i aramaya koyuldu. Nihayet onu bulduğunda kimseye fark ettirmeden üzerine geçirdi ve sessiz adımlarla kapıya doğru yürüdü. Elinden asayı çıkardı ve duvarlarda yankılanan fısıltılı sözcükleri mırıldandı: "Alohomora!"* Kapı Albus'un beklediği gibi sessizce aralandı. Genç büyücü bir kez daha arkasına biri onu izliyor mu diye baktıktan sonra yola koyuldu. Merdivenlerden inerken Şişman Hanım'ı nasıl atlatacağını düşündü. Aklına gelen tek fikir James'in yaptığını yapmaktı ama bu çok kaba olurdu. Öyleyse ne yapmalıydı? Görünmezlik Pelerini'nin altında, portre deliğinin karşısında nerdeyse nefes bile almadan öylece bekledi. Karşılığıysa hiç beklemediği bir şekilde oldu... "Expungo." dedi tanıdık, ince bir ses ve Şişman Hanım kenara savrulurken, içeri uçları kıvrık, sapsarı saçlı, soluk yüzlü, gözlerinin altı uykusuzluktan morarmış Nena girdi. "Yine mi uyurgezerlik, küçük hanım." dedi Şişman Hanım. Albus, Nena'ya fark ettirmeden bir köşeye çekildi. Kız gözleri ayakkabılarına dikilmiş, başını yukarı aşağı salladı. "Poppy'ye söyleseydin keşke." dedi Şişman Hanım, şimdi kendi tablosundan çıkmış ve girişin hemen yanındaki bir kır manzarasında belirmişti. "Bir faydası olmaz." dedi Nena, sesi kısık. Sonra isterik bir şekilde hıçkırmaya başladı. "Onu düşünmeden bir gece olsun uyuyamıyorum... Bana yardım edeceğini, hep yanımda olacağını söyledi... Ama onu düşünmeden duramıyorum bir türlü. H-her gece rüyama girmesi yetmezmiş gibi..." Ama cümlesini devam ettirmedi. Albus, Nena'nın James'e karşı bu kadar sevgi beslediğini hiç bilmiyordu. Garip bir şekilde Hastane Kanadı'ndaki Nena'nın James'in üzerine onu nerdeyse öpecek kadar eğilişini hatırladı. James'i ortak salonda bir kızla konuşurken görmüştü. O kız demek ki Nena'ydı. Ama nasıl olabilirdi? Daha ikinci sınıf öğrencisi olmasına rağmen, daha on iki yaşında olmasına rağmen... Zaman bu kadar değişmiş miydi? "Kimin yüzüne baksam sadece onu görüyorum." diye devam etti Nena, hıçkırıklarla. "Herkesi o zannediyorum ve en kötüsü de kendimi sürekli başka insanlarla dudak dudağa -iğrenç- bulmaktan bıktım usandım artık. Bana ne oldu böyle bilmiyorum... Onu sevsem mi ondan nefret mi etsem bilemiyorum. Her yerde karşıma çıkıyor." "O zaman ona söylemelisin." dedi Şişman Hanım ihtiyatla. Nena, Şişman Hanım'a sanki kendisiyle dalga geçilmiş gibi, dudağı hafif aralanmış baktı. "Saçmalama." dedi. "Beni anlamıyorsun..." Sonra hızlı adımlarla koşturarak kızlar yatakhanesine doğru yol aldı ama Albus bu hareketle bir an için gafil avlandı. Üzerindeki Pelerin'i çıkararak ve içinde de hafiften James'e karşı bir öfke duyarak kızın arkasından bağırmak için ağzını açtı ama tam o anda kız yüzünü Albus'a döndü. Yüzünü bir an için büyük bir şaşkınlık bürüdü ama sonra ifade kayboldu, onun yerini baygın gözler aldı ve ağır adımlarla Albus'a yaklaştı. Çocuk daha ne olduğunu anlayamadan kızın dudakları kendininkilerle buluştu. Kalbi delicesine atarken beynine hızla kan hücum etmeye başladı, yüzü kıpkırmızı kesildi. Kızın kendisine sarılan kollarına karşılık veremiyordu. Kurtulmak için ne kadar çaba sarf etse de Nena kendisinden beklenmeyecek bir şekilde Albus'u sıkmaya devam ediyordu... Sonra kız vücudunu ani bir hareketle geri çekti. Albus şaşkınlık ve korkuyla bir an için kıza baktı. Yüzündeki alev alev ifade kaybolmuş, onun da yüzüne korku çökmüştü. Kekeleyerek, "B-ben b-b-bilerek y-yapmadım... Ö-özür dilerim... İs-istemiyordum." dedi Nena. Albus'un kulakları gerçek dünyanın sesini yakaladığında, arkasındaki Şişman Hanım'ın şaşkınlık nidasına aldırmadan ve mantığını zorlukla da olsa kullanmaya çalışarak, "Biliyorum." dedi. "Az önce konuştuklarınızı duydum." Ama sözleri kıza tesir etmemişti bile. "G-gerçekten çok çok özür dilerim... İstemiyordum..." "Biliyorum." dedi bir kez daha Albus ve bu sefer içindeki şaşkınlık yerini inanılmaz bir öfkeye bıraktı. "Hepsi James'in yüzünden biliyorum ve bunu ona ödeteceğim." dedi. "James mi?" dedi Nena. Sonunda korku duygusu kaybolmuştu. Şimdi ise yüzünde anlamaz bir ifade vardı. "James ne yaptı ki?" "Sana bunu o yapmadı mı?" dedi Albus sinirli sesini biraz olsun kısmaya çalışarak. Kızın yüzündeki ifade donuklaştı. Bir an için ikisi de konuşmadılar. Sonra Nena sessizce, "James değildi." diye mırıldandı. "O halde kim?" Kız ağzını açtı. Bir an için söylesem mi söylemesem mi, diye düşündü ve narin bir sözcük döküldü dilinden. "Jimmy..."*deathly hallowÇEVRİMDIŞI#642400 03 Eyl 2009 18:04ALINTI Yaklaşık bir dakika boyunca ne konuşmayı dinleyen Şişman Hanım'ın, ne Albus'un, ne de Nena'nın sesi çıkmadı. Çoktan sönmüş olan şömineden insanı rahatsız eden duman geliyordu sadece. Odanın çoğu yerine dağılmış olan eski, şu anda hayatta olmayan, popüler Gryffindor Quidditch takımı öğrencilerinin portreleri sessizce uyukluyor ya da sadece öyle yapıyormuş gibi davranıyorlardı. Yerlerde önceki geceden kalmış çer çöp vardı. "Jimmy mi?" dedi Albus, yüzü tuhaf bir ifadeye bürünürken. "İyi ama o-" "Biliyorum, biliyorum." dedi Nena, sanki Albus'un düşüncelerini okuyarak, "O daha birinci sınıf öğrencisi, bense ikinci sınıfım. Ama bunu önemsemiyorum, Albus. Zaten elimde de değil hiçbir şey..." Albus bir şey diyemeden bastıran yağmurun sesi duyulmaya başlandı. Damlalar pencerelere dövercesine çarpıyor, pencereden gözüken Hagrid'in kulübesi yağmurun altında gizleniyordu gitgide. Taze çimlerin altındaki toprak, her bir damlayla yukarı, sonra da etrafa doğru sıçrıyordu. Albus da yağmur damlalarının pencereye pat pat vuruşundan faydalanarak tüm bu olanları düşünmek için kendine biraz zaman tanıdı. Beyni en azından, bu soruya cevap bulmuş; ama ne yazık ki, bu yanıt beraberinde yeni sorular da getirmişti. Albus konuştuğunun bile farkında olmayarak, "A-ama bu-bu nasıl olabilir? Ben seni sanıyordum ki... s-sen ve James-" "James sadece onu unutmam için bana yardım ediyordu." "Peki onu gerçekten de... Jimmy'i... yani..." "Bilemiyorum..." dedi Nena derin bir nefes koyuverdikten sonra. "Buna cevap vermek o kadar zor ki... Bir yanım ona delicesine aşık -bana öyle bakma, Al- diğer yanımsa... Bilemiyorum işte..." "Okula gelirken, trendeki hâlin..." "Evet." dedi Nena sert bir ses tonuyla."Trene binmeden önce görmüştüm onu ve o andan beri de... Biliyorsun-" "Peki, Rose'a karşı içinde..." Sonra bu sorunun aptalca olduğunu, hatta sorulmaması gereken bir soru olduğunu düşünüp sustu. Ama Albus'un sormak istediğini anlayan Nena, "Evet." diye cevap verdi, "Rose'u ilk başlarda kıskanıyordum... Ama sonuçta trende beni teselli eden de oydu. Sonra Jimmy'le tanışmaları... Çocuğa baktım ama beni sanki hayatında hiç görmemiş gibi bakıyordu bana... Ben de aradan çekilmeye karar verdim... Hep içime attım -evet hep bu yüzden davranışlarım bir garipti; anlıyorum bakışlarından bu soruyu sormak istediğini." Albus'un içinde hafiften öfke birikmeye başladı yine. James'e duyduğu anlık nefret geçmişti -ağabeyinin günahının aldığı için kendine lanet okudu-; ama şimdi de içinde yavaş yavaş Jimmy'e karşı bir öfke yükseliyordu... Sonra Jimmy'e kızmakta haksız olduğunu düşündü. Bu onun hatası değildi sonuçta. Ama... Albus ani bir hareketle elini cebine attı ve asasını çıkardığı gibi, başından beri konuşmayı pür dikkat dinleyen ama hiç de öyle davranmıyormuş gibi yapmacık görünen Şişman Hanım'a döndü. "Kapıyı aç!" Şişman Hanım'ın yüzüne ciddiyet yayıldı. "Olmaz!" dedi. "McGonagall'ın kesin emri var! Gece vakti dışarı çıkmanıza izin veremem." Kadını dinlemeyen Albus dişlerini sıkarak, "Bir daha seni uyarmayacağım! Jimmy hak ettiğini almalı." dedi. "Bu fazla artık!" diyen Şişman Hanım, bir an sonra bulunduğu çerçeveyi terk ederek, arkadan, "Bunu Profesör McGonagall'a ilettiğimde de bu kadar emir verebilecek misin?" dedi ve planının işe yaradığını anlayan Albus (Albus'un amacı Jimmy'e gecenin bir yarısı saldırmak değildi aslında... Ama ortak salondan çıkıp cebindeki mektupla Baykuşhane'ye bu saatte, başka türlü gidemezdi) Nena'yı kolundan çektiği gibi portre deliğine koşturdu. Asasını kapıya doğrultarak, "Alahomora!"" diye fısıldadı... Kapının hareketsizce hâlâ orada durması Albus'u şaşırttı. "İşe yaramaz." diye bir ses geldi neden sonra ikilinin arkasından. Dalgalı kahverengi saçları arkasında dalgalanan kız, "Bir gün olur da Hogwarts; Bir Tarih'i okursan, portre kapılarına Kilit Açma büyüsü yapamayacağını öğreneceksin." dedi. Kız ikilinin yanına doğru ağır adımlarla gelirken, Albus, 'Rose aynı annesine benziyor.' diye düşündü. "Ayrıca, yapabiliyor olsan da, buna gerek olduğunu hiç zannetmiyorum." İkilinin kendisine şaşkınlık dolu gözlerle bakmaya devam ettiğini fark eden Rose, "Her ne yapmaya çalışıyorsanız artık, biraz daha hızlı hareket edebilir misiniz?" dedi, "Albus, Görünmezlik Pelerini'ni al yerden, lütfen- Nena, sen de bana öyle bakmayı keser misin?- güzel..." Kız, Albus'la Nena hâlâ kendisine bakarken, seri adımlarla ikisinin de yanına geldi ve önce Albus'un elinde tuttuğu az önce yerden alıp ne yapacağını kestiremediği pelerine, sonra da Albus'a, çocuğun içine İfrit girmiş gibi bakarken, pelerini karşısındakinin elinden kaptığı gibi üçünün de üzerine attı. "Eh, hadi!" diye fısıldadıktan sonra, portreyi ittirdi ve portre -Albus'a şaşkınlık vererek- ardına kadar açıldı. Anlaşılan Şişman Hanım'ın söylediği bütün o "McGonagall'ın kesin emri var!" lafları göz korkutmak içindi. "Ee, Rose..." dedi Albus, ama onun sözünü kesen kız, "Şimdi konuşmanın zamanı değil." diyerek merdivenlere doğru devam etmeleri gerektiğini başıyla işaret etti ve üçlü Hogwarts arazisine çıkana kadar çıt çıkarmadan yollarına devam ettiler. Giriş Salonu'ndan dışarı açılan devasa kapıdan çıktıktan sonra Albus, Nena ve Rose, şiddetle yağan yağmurun altında, çamurların içinde bata çıka, pelerinin altında, koşturmaya başladılar. Albus, o esnada Rose'a, başından beri aklında olan planı anlatıp kendisine yardım ettiği için teşekkür etti. Nena ise sesini çıkarmadan Rose'a hafif de olsa içinden bir türlü atamadığı kıskançlıkla bakmaya devam ediyordu. Nihayet okulun en yüksek binası olan astronomi kulesinin yanına vardıklarında Albus, kendisini çok şaşırtan bir şey gördü. Kulenin altında, yerde beyaz bir mezar vardı. Etrafı büyülerle aydınlatılmış mezarı görünce çocuk boğazının düğümlendiğini hissetti ve aynı şeyi diğer arkadaşlarının da yaşadığından emindi; Albus Percival Wulfrik Brian Dumbledore'un mezarına bakıyorlardı çünkü. Albus ilk başta mezarın niye babasının anlattığı gibi, törenin yapıldığı gölün kenarında olmadığını düşündü ama sonra aklına gelen sebep ve mezarın yanındaki titrek ve eğik yazılmış yazıyı görünce durumu anladı. Mezar tam da Dumbledore'un düştüğü yere taşınarak yerleştirilmişti. Üçlü ses çıkarmadan ve içlerinde bu yüce büyücüye saygı duyarak, sağanağın da hafif dinmesiyle, çamurlu zeminde yürümeye devam ettiler. Başka bir kule olan Baykuşhane'nin merdivenlerini tırmanırken, yağmur artık dindiği için Görünmezlik Pelerini'ni sırtlarından attılar. Son basamağa geldiklerinde üçü de nefes nefese kalmıştı. Albus dinlenmek için mazgallara sırtını yaslayarak çöktü ve diğer arkadaşlarının da aynısını yaptığını gördü. Sonra ilk konuşan Nena oldu: "Rose, sana söylemek istediğim bir şey var..." Ama Rose sadece nefes alabildiği için eliyle kızın biraz daha beklemesi gerektiğini işaret etti. Koşturmaca ve adrenalin yüzünden hepsi de tükenmişti. Buraya kadar neredeyse hiç durmadan -sadece mezarın başında biraz beklemişlerdi- gelmişlerdi. Albus başını kaldırıp koyu gökyüzüne baktı. Derin bir nefes daha alırken yıldızların her bir yöne dağıldığını gördü. Sonra başını araziye bakınmak için -ayağa kalkıp doğrulduktan sonra- eğip yağmur ve çamurdan oluşan sapsarı çimenleri gördü. Sonra kalbinin kaburgalarında delicesine çarptığını hissetti. Başını etrafta bir yerde, çalılıkların arkasına saklanmış sarışın bir çocuk var mı, diye sağa sola savurdu. Rose'la Nena'nın, kendisine ne yapmaya çalıştığını duymazlıktan gelerek gözlerini Hagrid'in kulübesine kaydırdı. Kulübeden çıkan duman yoktu artık ve derme çatma bir görünümü olan bina Albus'a bir şekilde tanıdık geliyordu... Bunu rüyasında görmüş olabilir miydi? Ama hatırladığı kadarıyla, rüyasında Baykuşhane'de değildi... Belki de her şey aşağı indiklerinde gerçekleşecekti... O zaman Lenny, üçlüyü başından beri takip etmiş olmalıydı. Albus mektubu bir baykuşla yolladıktan sonra, kızlarla birlikte aşağı inecek, Lenny'nin arkasında bir çalılıkta gizlendiğinden haberi olmaksızın etrafına bakınacak ve sonra da kalın bir ses, "Beni tanıdın mı?" diyecek ve Albus uzun zamandır rüyalarına giren, tanımadığı adamı görecek... Ve ona ne cevap verecekti? Onu aslında tanıyor muydu? Ama rüyasındaki adamı tam olarak net görememişti. Belki de çok iyi tanıdığı birisiydi bu... "Albus, acele etmezsen burada yakayı ele veririz. Hepimizin şu anda ortak salonda olması lazım." Rose'un sesiyle kendine geldi Albus ve az önce düşündüklerinin tamamen saçmalık olduğunu kendi kendine söyleyerek cebinden rulo yapılmış mektubu alıp, yerde, samanların arasındaki küçük kemikleri çatırdatarak kırarken kendine dinç ve güçlü bir baykuş aradı. Baykuşların çoğu şimdi avda olduğu için sadece üç beş tanesi duruyordu orada; ki onlar da orada nöbetçilik yapmak için dikilmişti. Albus koyu kahverengi bir baykuşun yanına gelmesini işaret etti. Kilolu baykuş Albus'un koluna pençelerini acı verici bir şekilde sıkıca bastırırken, Albus, baykuşun bir ayağını kaldırmasıyla elindeki mektubu oraya yerleştirdikten sonra gideceği yerin adresini vererek -Godric's Hollow- arkasını döndü . Döndüğünde kızların çoktan ayağa kalkmış, kapının dışında onu beklediklerini gördü. Nena o sırada söze başlayarak az önce Rose'a söylemek istediği şeyi dile getirdi. "Rose sana sana söylemek istediğim şey... biliyorum bana kızacaksın... belki de beni affetmeyeceksin...", sessizce cesaretini toplamak için durdu ve tek bir solukta, okula geldiğinden beri içini kemiren, kendini bu kadar mutsuz ve ruhsuz biri haline getiren sorununu söyledi, "Jimmy'i seviyorum..." Albus, Rose'un sinirleneceğini, kıza tokat atacağını, hatta şu anda bulundukları yerden Nena'yı aşağı atacağını görse bile şaşırmazdı. Ama onun o anda gördüğü şey, kendisini tamamen İfrit çarpmışa döndürmüştü: Rose bir saniyeliğine orada öylece durdu, sonra ağzı hafiften kulaklarına varmaya başladı ve Nena korkarak geri çekilirken kendini, kolları iki yana açılmış bir halde kızın üstüne attı. "Çok sevindim." dedi heyecanla. Bunu belli ki, Nena da beklemiyordu...* Yeniden başlayan yağmurun hafif damlalarla atışı... Mart'ın son günlerinin getirdiği rüzgarla Rose'un saçlarının yüzünün üzerine kapanması... Yuvasında huzursuzca kıpırdanıp öten posta baykuşları... Zaman hareket etmiyor denilebilirdi o an, Nena için. Anın getirdiği şok, yüreğinde dağlanarak atan kalbine etki ederken, istemeden de olsa yüzü kızaran genç kız, içinde bir şeylerin kıpraştığını hissederek ve az önce aldığı cevaba bağlı olarak, Jimmy ve Rose hakkındaki asıl gerçeği öğrenmenin verdiği rahatlık... Erişilmeze ulaşmanın getirdiği adrenalin... Kifayetsiz kalan kelimelere dökmek çok zordu o anı... Uzakta bir uluma duyulurken -Albus sesin Testraller'e ait olduğunu düşündü- Rose kendi vücudunu Nena'nınkinden geri çekti ve kızın şaşkınlığını anladığını belirten bir ifade yüzüne yayılırken, birkaç uzun saniye boyunca, yağmur damlalarının altında ıslanıp yüzüne ve pijamasına düşen kahverengi saçlarını kulaklarının arkasına atıp, düşüncelerini toparladı ve konuşmaya başladı. "Trenle okula geldiğimiz gün başladı sanırım her şey senin için, değil mi?" dedi gözleri eski heyecanını kaybetmemiş Rose, solgun yüzü bir anda ışıl ışıl damlalarla parıldayan Nena'ya dönerek. Kız başını 'evet' dercesine, yüzünde bir gülümsemeyle aşağı yukarı salladı. Rose, konuşma sırasının kendine gelmesi gerektiğini düşündüğü iki saniyelik bekleyişin ardından, konuşmaya kaldığı yerden devam etti. "Ona, yani Jimmy'e, sen daha Ekspres'e binmeden önce gözlerini bile ayırmadan baktığını biliyorum- evet, sizi istemeden de olsa gizlice bakışırken izlemiştim. Onun yüzünde de sana bakarken bir dalgınlık, bir uyuşukluk vardı. Gözlerini bir saniye bile kırpmıyordu. Daha sonra trene bindiğimizde, seni bomboş kompartımanda, yüzün epey solgun halde görünce, niye şimdi bu kadar üzgün olduğunu düşündüm. Ondan bir saniye bile olsun ayrıldığın için miydi? Hayır. Bunun cevabı bu olamazdı... Sana, ne olduğunu sorduğumda senden bir açıklama bekledim ama o kadar üzgün ve parçalanmıştın ki, üzerine gitmedim -gerçi James sağ olsun, senden esaslı bir azarlama işitti senin üzerine giderek; ama ben bunun, o tuhaf duygularının bir sonucu olduğunu biliyordum. "Tren okula gelip de dışarı çıktığımızda çocuk, bildiğin gibi, bana çarpıp elimdekileri yere düşürmeme neden oldu. Başımı kaldırıp da çocukla göz göze geldiğimde birden bana ne olduğunu anlamadım. Kalbim dayanılmaz bir şekilde atıyordu göğsümde. O an ondan başkasını göremez oldum, bir bilsen... Eh, sonra çocuk gözden kaybolduktan sonra içimi bir mutsuzluk kapladı birden. Sanki en çok sevdiğim insanı kaybetmiş gibiydim... Yüreğim parçalanmıştı... Düzgün düşünemiyordum... O, kayıkla okula giderken suya baktığımda da onun, Jimmy'nin yüzünü görüyordum..." Albus o an, kayıkla okula giderlerken hissettiği o buruk duyguyu hatırladı, parçalanmış, terkedilmişlik duygusu onu da sarmıştı... Ama çocukta, kendisine bakıldığında etraflarındakini üzecek ne vardı? Albus sorunlarınla daha sonra uğraşması gerektiğini düşünüp, Rose'u istekle dinlemeye devam etti. "Sonraki birkaç gün de epey sancılı geçti doğrusu." diye devam ediyordu Rose o sırada, "Okuldaki çoğu günümü bu sorunun ne olduğunu düşünmekle geçirdim. Albus beni her kütüphanede buluşunda, bu sorunu anlatan büyüyü aramaktaydım ve kendi üzerimde türlü türlü büyüler deniyordum... Ama o gün Albus, beni peşimden takip ederken -"Sanırım James olayı yüzünden, değil mi Albus." dedi Rose, başıyla kuzgun karası saçları gözüne giren çocuğa dönerken. Albus, başını evet anlamında salladı- "işte o gün, sorunu çözmenin o basit yolunu çözmüştüm. Bazı şeyleri kitaplardan öğrenemezdim... Bunu Jimmy'e sormalıydım-" "O ne dedi?" diye sordu heyecanla Nena. "Bana sorununa neden olan geçmişinden bahsetti biraz. Bunu insanlara istemeden yaptığını söyledi... Bana geçmişini gösterdi..." Albus şok ve tereddütle, "Nasıl?" dedi. "Düşünseli..." diye yanıtladı onu Rose. "Jimmy, Profesör McGonagall'dan rica etmiş... profesör de okulda derslerinde üstün bir başarıya sahip olduğu için onu kırmamış, tabii... çocuk her türlü bilgiyi biliyor neredeyse... bunun Dumbledore'a ait olduğunu, zamanında onun da Düşünseli'ni kullandığını biliyormuş... Neyse işte, sonra beni geçmişine götürdü, insanlara zarar veren o duyguyu sırtında bir yük olarak taşımasının sebebini gösterdi bana... İşte Albus, sen bu yüzden sürekli kendini aşırı yoğun duygularla dolmuş hissediyordun... bana bağırdığın o gün anlamıştım Jimmy'nin yaydığı bu mikrobu senin de kaptığını; ama sana belli etmemeye çalıştım, çünkü edindiğim bilgi doğru da olmayabilirdi... bilemiyorum çok düşündüm bu konu hakkında, ama sonra her şeyi akışına bırakmaya karar verdim işte... "O günden sonra moralim nedense düzeldi. Bilmiyorum belki bu tuhaf hastalığı üzerimden atmaya çalıştığım zamanlar, denediğim büyülerden biri geç tesir etmiştir belki de-" "Sen anıyı anlat asıl." dedi Nena bu sefer gözleri hafiften yaşlarla dolarken. Çocuğa karşı hissettiklerinin Jimmy yüzünden kaynaklandığını öğrenmiş olmasına rağmen tüm bunlara bir türlü inanamıyordu... Oysa kendini gerçekten de... Nena'nın düşüncelerini bölen Rose o gün gördüklerini anlatmaya başladı. "Jimmy Düşünseli'ni saklamayı zor başarmış. Ona bir zarar gelmesini de istemiyormuş. Düşünseli'ni nasıl koruyabileceğini düşünürken Profesör Flitwick'in -profesör ne kadar da yaşlanmış, değil mi... her neyse- Jimmy'e verdiği hediye, Hızır Otobüs gibi yetişmiş çocuğun imdadına. Bu kutu yanında bulunduğu her nesneyi, Lanet-Geçirmez ve Biçimde Değişken yapıyormuş. Jimmy'nin dediğine göre kutuyu herhangi bir nesnenin yanına koyduktan sonra onu, aklında hayal ettiği -ama bunun için gerçekten de çok büyük bir konsantrasyon lazımmış- bir nesneye dönüştürmeye zorluyormuş..." "Yatakhanede, yatağın hemen yanıbaşındaki masa... tabii ya! Düşünseli'ydi o!" İki kız da Albus'a dönüp baktığında, çocuk bir an için, şu an, ortak salonda olmadıkları sürece geçen zamanı düşündü. Tahmin ettiğinden fazla bir süredir dışarıdaydılar. Acaba Şişman Hanım gerçekten de müdireye, olanlardan bahsetmiş miydi; yoksa sadece çocukları korkutup yatakhanelerine dönmelerini mi sağlamak istemişti? Her iki türlü de, uzun süredir dışarıdaydılar. Nena'yla Rose hâlâ kendisine anlamsız bakışlar atarken, Albus az önce söylediklerini hatırlayıp okulun ilk günlerinde Lenny'nin aptalca planı yüzünden Slytherin'lerle kapışmak zorunda kaldıkları o günü anlattı. "Şans eseri masaya bir şey olmamış da olabilir." dedi Rose zekice ama sonra bunun konuyu önemsiz bi yere çektiğini düşününce yine Jimmy'den bahsetmeye başladı. "Ne diyordum ben?.. Dediğim gibi Düşünseli'ni saklamak derdinden kurtulmuştu aldığı hediye sayesinde... Sonrasında da anısını bana göstermek için ve başka kimsenin de haberi olmaması gerektiğini düşünerek onu Hagrid'in kulübesine götürdü. İşte Albus'tan kaçtığım o gün, aslında Jimmy'le buluşacaktım. "Anı'ya gelirsek de... Eh, pek iç açıcı bir anı olduğunu söyleyemem... Her şeyi kendi gözlerimden görüyordum-" "Ama babam bana anılarda kendini hep dışardan gördüğünü söylerdi. Yani anıyı bizzat gören değil de yine kendin olarak." "Bundan haberim yoktu." dedi Rose düşünceli düşünceli. Sonra kaldığı yerden devam etti. "Ben Jimmy olmuştum anıda... Her şey de güzel başlamıştı hani. Babamın -daha doğrusu Jimmy'nin babasının- elinde bir muggle gazetesi vardı (resimler büyücü gazetelerindeki gibi hareketli değildi). Adam, yaşı kırklarında gösteriyordu ve altın sarısı saçları vardı. Ama Jimmy'e genetik özelliklerini veren, belli ki, bizzat esmer annesiydi. Omuzlarından aşağı inen simsiyah saçları vardı ve -affedersiniz- bir zürafa kadar da uzundu. Her neyse işte, daha ben ne olduğunu anlamadan ağzım kendiliğinden hareket etti. Sesim tam olarak, Jimmy'nin şu anki sesi gibi çıkmasa da hafif kalındı. Babasına, "Sen bir muggle'sın. Benim durumumdan anlamazsın." dedi. Sonra annesinin bana baktığını gördüm ve çocuğun hissettiği o anlık heyecan duygusu bana da geçti. Sonra babası Jimmy'e bağırdı ve sert bir tokat attı. Yanağımda o acıyı hissetmiştim-" Albus Düşünseli'nin bu şekilde de çalıştığını öğrenince epey şaşırdı- "Sonra cebinden asayı çıkardığı gibi babasına salladı Jimmy ve yanlışlıkla asasını elinden düşürdü. Asayı düştüğü yerden alan babası bana, yani Jimmy'e doğru döndü ve -o ifadeyi bir daha hiç unutamam herhalde- gözümün önünde deli gibi sallamaya başladı. Bir muggle olduğu için gerçek bir büyü yapamazdı, ama asayı gereğinden fazla sert sallamış olmalı... Bir an için gözlerimde ışıklar çaktığını gördüm... Sonra etraf karardı... Jimmy başımı, daldırdığım Düşünseli'nden beni çıkardığında, onun neredeyse ağlayacağına yemin edebilirdim..." Nena'nın gözlerinden yaşlar artık yağmur damlalarının arasına karışarak düşerken, kız sırtını kulenin mazgallarına dayadı. Yaşadıklarının ve hislerinin sadece Jimmy'nin anlattıkları yüzünden olduğunu düşünürken, o sırada Albus korkunç bir şekilde, kızın ters bir hareketle kuleden aşağı düşebileceği hissine kapıldı. Rose'un az önce anlattıklarını dinledikten sonra Albus'un Jimmy'e karşı hissettiği o öfkenin yerini şimdi acıma hissi almıştı. Rose, daha sonra Jimmy'nin St. Mungo'da gözlerini açtığı başka bir anıyı anlattı. "O anıda da Jimmy birçok tedavi sürecinden geçti." dedi Rose, "Üzerinde bir sürü deneyler yapıldı, ama deneyi yapan çoğu şifacı kısa süre sonra delirme safhasına kadar gelip, işlemleri yarıda kestiler. "Sonra, başka bir anıda Jimmy'nin babası evi terk etti. Babası, kendini ölene kadar asla affetmeyeceğini söyledi ve Jimmy'nin dediğine göre bir daha geri dönmemiş..." Ve ardından Albus, Nena ve Rose sadece yağmurun sesini dinleyerek orada öylece oturdular. Kimse bulunduğu yerden kalkmak istemiyor gibiydi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Albus Severus Potter ve Bellatrix'in İntikamı
AdventureSihir dünyası Voldemort'un ölümüyle, sonunda rahat bir nefes almıştır. Ama kimsenin bilmediği yeni bir kötülük doğmuştur ve her geçen gün kendini intikam ve nefretle beslemiştir. Duyduğu intikam bizzat öz annesi Bellatrix Lestrange'i öldüren kişiyed...