Yağmur biraz olsun dinmemişti. Üçlü, Baykuşhane'nin yorucu merdivenlerinden, üzerlerinde Görünmezlik Pelerini, yerde kaymamak için temkinli bir şekilde inerlerken. Albus hâlâ Jimmy'nin anısını düşünüyordu. Demek Albus'un anlık nöfke nöbetleri, içinde sürekli büyüyen güçlü duygular çocuğun hastalığı yüzündendi. Albus geçmişe dönüp okulun ilk günlerini hatırladığında, yanından her Slytherin geçişinde, kendini sürekli aşırı yoğun duygular içinde bulduğunu hatırladı. Scorpius'la Uçuş Dersi'nde ettiği kavga (tabii, yanlış anlaşılmıştı, büyüyü yapan Lenny'di) aklına geldi. Eğer Lenny lanet göndermeseydi, Albus zaten çocuğun üzerine bir Sersemletme gönderecekti... Sonra Albus, Rose'a bağırdığı o günü düşündü. O gün yanından yine bir Slytherin geçiyordu ve kuşkusuz o Slytherin de Jimmy'den başkası değildi... Tuhaf bir şekilde Profesör McGonagall'ın kendisine, "Kalabalık içinde seçilmemek kolaydır." dediğini hatırladı. Aynı şekilde Rose da James'e çıkışmıştı, Jimmy'nin Düşünseli'ndeki anısını görmeye gideceği gün. Ve tüm bunlar o Slytherin'li çocuğun babasının hatasından kaynaklanıyordu. Bu ne kadar büyük bir haksızlıktı... İçinde bu mikrobu taşımak... İnsanlara düzensiz ve yoğun duygular yaşatmak... Jimmy, yakınındaki bir insanın içindeki en baskın ama dışarı çıkamayan duyguyu istemeden alıyor ve o duyguyu insanın hissettiği tek ve yoğun duyguya dönüştürüyordu ve belli ki bu hastalık zamansız bir şekilde yakalıyordu kurbanlarını. Çünkü Albus, Jimmy'le bulunduğu her ortamda kendini yoğun hisler içinde bulmuyordu ama genç büyücü geriye bakıp biraz düşündüğünde, Jimmy'le birlikte bulunduğu çoğu zaman, kaptığı bu hastalığın dışarı püskürdüğünü anladı. Albus'un gözleri Nena'ya kaydı. Görünmezlik Pelerini her ne kadar karanlık oluşturduysa da, kızın yüzünden düşen parlak göz yaşı damlaları belli oluyordu. Albus belki de hiçbir zaman öğrenemeyecekti, Nena'nın Jimmy'i gerçekten sevip sevmediğini; kız, bir yanının Jimmy'e delicesine aşık olduğundan, diğer yanınınsa ondan nefret ettiğinden emindi. Ama belli ki çocuğa beslediği sevgi duygusu diğerinden daha baskındı. Yoksa çocuğa bu kadar da üzülmezdi, değil mi? Üçlü çamur olmuş okul arazisinde yollarına devam ettiler. Saygıyla ses çıkarmadan bir kez daha Dumbledore'un mezarının yanıbaşından geçtiler ve okula yaklaşırken, arka planda gittikçe soğuk bir atmosfer oluşturan Siyah Göl'e bakmadan Hagrid'in kulübesine giden patikaya yakın yürüyerek biraz daha yol aldılar. O sırada Albus, yerdeki sarı çimlerden bir an için bile gözlerini ayıramıyordu. Hagrid'in kulübesinin üzerindeki dumanın tütmemesi de pek tekin değildi. Gerçi yağmur görüşünü engelliyordu Albus'un ama o, bir saniye bile dikkatini ayırmıyordu kulübeden. Gözleri daha sonra uzaktaki tek tük çalılık topluluğuna döndü ve şüpheli şüpheli, onun arkalarında Lenny'i aradı ama bulamadı. Rüyası gerçekleşmediği için biraz da olsa hayal kırıklığı duyarak Giriş Salonu'na açılan kapıdan içeri girdiler. Rose hemen sessizce kurulama büyüsünü uyguladı ve üçünün de üzerindeki pijamalar hafif sıcaklık hissi vererek yağmur damlalarından kurtuldu. Daha sonra üçlü rotalarını ortak salonlarına doğru çevirdi ve arada bir etrafa bakınarak yürümeye devam ettiler. Kimi zaman bazı nöbet tutan profesörlere veya öğrenci başlarına rastlasalar da onları kimse görmediği için rahatlardı... ya da onlar öyle sanıyorlardı... Yedinci kata geldiklerinde artık biraz daha rahatladıkları için ayaklarının mermer zeminde tok sesler çıkarmalarına aldırmadan bir köşeyi daha döndüler. Portre Deliği şimdi önlerindeydi. Şişman Hanım az önce, Albus'u Profesör McGonagall'a söyleyeceğiyle ilgili belli ki blöf yapmıştı; şimdi portresinde sessizce uyukluyordu. İşte olan da tam o anda oldu. Üzerlerindeki pelerini çıkarıp, ortak salona nasıl gireceklerini daha kestiremeden, portre deliğine doğru bir adım atmışlardı ki, sessizliğin içinde tiz bir ses duyuldu. Sesin sahibi, üçlünün ayaklarının dibindeki Mrs. Norris'ten başkası değildi. Kedi bir kez daha huzursuzca miyavladı... Albus kediyi ayaklarıyla ne kadar uzaklaştırmaya çalıştıysa da kedinin pençeleri, Albus'un ayağındaki pelerinin ucuna takıldı ve Albus, Nena ve Rose ortaya çıkarlarken Şişman Hanım tam da üçlünün önünde, duyduğu sese uyanarak göz kapaklarını araladı ve uykulu uykulu "Kim o?" dedi. "Siz misiniz, Mr. Filch?" Albus telaşla elini kedinin pençeleriyle yakaladığı pelerine attı ve onu yırtmamayı ve Şişman Hanım'a gözükmemeyi başararak, son anda geldikleri yönde gözden kayboldular. Ama daha onlar köşeyi döndükleri anda, bu sefer yaşlı ve huzursuz bir erkek sesi daha duyuldu. Koridorun uzak köşesinden elindeki feneri yükseğe kaldırıp üçlünün üzerine doğru gelen ama belli ki onları henüz görememiş olan Mr. Filch geliyordu. "Bu taraftan!" dedi Rose, fısıltıyla bağırmaya çalışarak ve Albus, Nena'yı da peşinden sürükleyerek başka bir koridora saptılar. Onlar kaçtıkça kedi de hızla peşlerinden geliyordu ve Albus'un tüm çabalarına rağmen peşlerini bırakmıyordu. Daha sonra üçlüyü daha da korkutan, Mr. Filch'in koşarken çıkardığı hırıltılı soluk alış-verişi duyuldu ve bu sefer daha da hızlanmak zorunda kaldılar. Döndükleri her bir köşe onlar için bir umut oluyordu ama bitmek bilmeyen enerjisiyle peşlerinden koşan yaşlı adamdan da kurtulamıyorlardı. Büyük Salon'a ve oradan da hiçbir öğrenci başına gözükmemeyi başararak zindanlara inen yere kadar geldiler. Ama daha merdivene adım bile atamamışken, üçlüyü donduran bir çığlık koptu zindanların o taraftan. Daha sonra merdivenlerin en son basamağında bir ışık yandı ve silueti belirsiz bir birinci sınıf boyundaki öğrenci delice koşarak Giriş Salonu'na çıkmaya başladı. Arkalarından koşturan Mr. Filch'in seri solukları ve şimdi üzerlerine doğru delice koşarak gelen çocuğun arasında sıkışıp kalan üçlüyü görülmekten son anda kurtaran, Albus'un üzerlerine Görünmezlik Pelerini'ni atmayı akıl edişi oldu. Tekir kedi nihayet üçlüyü bulduğunda bu sefer aşağıdan gelen çocuk da ortaya çıktığı için, şu anda dikkatini daha çok görünen çocuğa vererek sinirle mırladı. Üçlü nefes bile almadan olanları görebilmek için uzak bir köşeye çekildi ve yorgunluktan zar zor nefes alan Mr. Filch'le o anda kendilerini epey şaşırtan, yüzü şimdi yaşlı adamın fenerinin ışığında beliren Scorpius arasındaki konuşmayı dinlediler. "Bir saldırı oldu!" Malfoy arada bir durup nefes alarak konuşmaya devam etti. "Aşağıda... bizim yatakhanede... bir Gryffindor'lu... sarışın bir çocuk... adının Lenny olduğunu söyledi... Jimmy'e saldırdı... onu alt etmeyi başardık... ama... ama... Jimmy'nin durumu çok... ağır... kanaması var... Pomf... Pomfrey'i çağır... ÇOCUK ÖLECEK!" Dili ve nutku tutulmuş Albus heyecandan nerdeyse nefes bile almıyordu. Pelerinin altından çıkıp çıkmamak arasında bir ikilemdeydi. Gecenin bir yarısı okulda dolaştığı için ceza yemeleri muhtemeldi, ama aynı zamanda Lenny de Jimmy'e saldırmıştı. Arkadaşının bunu neden yaptığını düşünmeye kafasını yoramazdı o anda. Tek düşünebildiği Jimmy'nin üzerindeki hasarın ne kadar olduğuydu. Scorpius çocuk ölecek demişti; ama bunu korkudan da söylemiş olabilirdi. Hademe Filch yorgun ama acele etmeye çalışır halde koştururken Scorpius da ağzında belli belirsiz "Slughorn." adını mırıldanarak merdivenlerin birinden çıkarak gözden kayboldu. "Aşağı inip Jimmy'e bakmalı mıyız, dersin?" dedi Nena yüzünde acıma ve korku ifadesi karışık, yorgunluktan zorlukla nefes alırken. Bunu Albus da çok merak ediyordu ama arkadaşlarını da tehlikeye atamazdı. "Hayır!" dedi katı bir tonla. "Bizi şu anda ortak salonda biliyorlar. Saldırı okulun her tarafına kısa sürede yayılacaktır. O yüzden şu anda yataklarımızda olmalıyız." Ve Nena'yı peşinden gelmesine ikna ederek hızla ortak salonlarına kadar çıktılar. Ama Şişman Hanım'ın portresinin önüne geldiklerinde, çaresizce orada beklemek zorunda olduklarının farkına vardılar. Akıllarında tek bir soru vardı şimdi. İçeri nasıl gireceklerdi?* Yağmurun şırıltısı ortak salondaki pencereden duyuluyordu. Mermer zemin soğuktu. Ayrıca Albus için Görünmezlik Pelerini'nin altında orada öylece beklemek de sıkıcıydı. Az önceki koşturmadan sonra dinlenebilmeleri için de fırsat olmuştu bu ama şu anda içeri giremezlerse olacakları düşünmek bile istemiyordu Albus. Neyse ki onları gizleyen pelerinleri vardı... Albus, Jimmy'i de düşünmeden edemedi. Ayrıca, Scorpius'u da hiç bu şekilde görmemişti. Çocuğun yüzündeki dehşet ifadesi aklından gitmek bilmiyordu bir türlü. Jimmy'nin durumu çok ağır olmalıydı... Sonra düşünceleri Lenny'e kayınca, arkadaşının niye Jimmy'e saldırmış olabileceğini düşündü ve aklına hiçbir fikir gelmeyince de delirecek gibi oldu. Slytherin'ler acaba Lenny'e ne yapmışlardı? Onu alt ettiklerini söylemişti Scorpius. Alt etmekten kastı neydi? Üçlü koridorun sonundan gelen bir çift tok ayak sesiyle irkildi ve üzerlerinde hâlâ pelerinle ayağa kalktılar. Elindeki fenerin ışığının altında, sivilceli yaşlı yüzüyle Mr. Filch rahatça belli oluyordu. Sert ve hırıltılı bir soluk alarak üçlünün yanından geçerken Albus, arkadaşlarını yoldan çekilmesi için geriye çekti ve yaşlı adam başka bir koridorda gözden kayboldu. Adamın nereye gittiğini kestiremeyen Albus, Nena'nın fısıltısıyla bir kez daha irkildi. "Sanırım, ben içeri girebilirim." "Nasıl?" dedi Rose şaşkınlıkla. Belli ki, onun da aklına hiçbir fikir gelmemişti henüz. "Uyurgezerliğimi kullanarak." dedi Nena, yüzünde hafif bir gülümsemeyle. "Tabii ya! Daha önce nasıl oldu da akıl edemedim?" diye kendi kendine hayıflandı Rose ve Nena yüzüne yapmacık bir bitkinlik ifadesi verirken pelerinin altından çıktı ve hafif öksürerek portrenin karşısına dikildi. Şişman Hanım sese, gözlerini kırpıştırarak, uyandı ve bir an için karanlıktan seçemediği Nena'nın yüzüne bakarak, "Kimsin sen?" dedi. "Benim, Nena." dedi kız esner gibi. Başka bir şey söylemedi. "Sen mi? Buradan nasıl çıktın sen?" Albus, içinde ani bir şok dalgası hissetti. Midesine sert bir yumruk yemiş gibi sesini çıkaramazken Nena yeniden konuştu. Sesinde rahatlık vardı. "Nerden bileyim?" dedi Nena. "Bana sen izin vermiş olmalısın; daha önceki seferler gibi. Sonuçta senin iznin olmadan çıkamam, değil mi? Bunu sen söylemiştin." "Ama, sen ve Albus?" dedi bu sefer Şişman Hanım yüzünde şüpheci bir tavırla. "Senin bizi profesöre söyleyeceğini duyunca korktu, yatağına döndü. Uyuyordur şu anda." "Hmm..." dedi Şişman Hanım biraz düşünür gibi durarak. Kızın yakayı ele vereceğinden korkan Albus olduğu yerden başka bir yere hareket edememenin verdiği huzursuzlukla kıpırdandı. Daha Şişman Hanım bir karara varamamışken, bu sefer de Görünmezlik Pelerin'inin altından Rose fırladı. Emin adımlarla portreye doğru yürüdü ve Albus sessizliğin içinde yutkunurken, kız, "Nena!" dedi. "İşte buradasın! Sana yanımdan ayrılma dememiş miydim?" Hem Nena, hem de Şişman Hanım, Rose'a şaşkınlık dolu ifadelerle bakarken, "Biliyorsun, Nena... uyurgezer biraz." dedi kız portreye yüzü dönük. "Bize çıkmamız için sen izin verdin, hatırlamıyor musun?" dedi hemen sonra da hâlâ iki kıza da şüpheyle bakan Şişman Hanım'a. "Eh, yaşlılık da zor şey hani-" "Ben yaşlı falan değilim!" diye hiddetlendi Şişman Hanım. "Ama, durum pek öyle göstermiyor." dedi Rose. "Hem... başka türlü buradan nasıl çıkabiliriz ki? Bir an için Nena ile göz göze geldiler ve sırıtmamak için kendilerini zor tutarak hemen bakışlarını kaçırdılar. Şişman Hanım'a göre kız haklıydı ya da Albus, kadının ifadesinden öyle anlamıştı; Rose parolayı söyledikten sonra, kenara doğru savruldu ve kızları içeri buyur ettikten sonra hâlâ yüzünde tereddütle, kapandı ve belli ki uykusu ağır olan kadın yeniden az önce yarısında kaldığı rüyaya daldı. Rose'un kendini yalnız bıraktığına Albus ilk başta şaşırsa da, kızın başka bir şansı olmadığına karar verdi ve yeniden sırtını soğuk duvara vererek, pelerinin altında, yere çömeldi. Sert zemine oturur oturmaz da beynini kemiren soruya cevap bulabileceğinin özgürlüğüyle yeniden ayağa kalktı. Aslında Nena'yla Rose içeri girerken aradan sıvışarak o da ortak salona girebilirdi belki ama, o anda aklına bu fikir geldiği için yerinden kımıldamamıştı: Artık, Lenny'le Jimmy arasında her ne olduysa, şu anda bunu öğrenmek için tamamen özgürdü. Pelerinini hiçbir uzvunu göstermemesi için düzelten Albus harekete koyulmak üzere merdivenlere doğru yöneldi. Yürürken bir yandan da uyku bastırdığı için arada bir göz kapakları kapanır gibi oluyordu. O da bu yüzden asasını gözünün önüne doğrulttu ve, "Lumos!" diye mırıldandı. Asanın ucu, Albus kendini tam olarak büyüye vermediğinden soluk bir ışıkla, zorla parıldadı ve aklında bin bir soruyla Albus merdivenlere kadar geldi. Albus, Giriş Salonu'ndan zindanlara inen merdivenin başına geldiğinde durakladı ve bir an için yaptığının ne kadar yanlış olduğunu istemeden de olsa gözden geçirdi. Daha sonra verdiği yanlış veya doğru karar her neyse, o anda hiç de önemli olmadığını düşünerek zindanlara inmeye koyuldu. O indikçe aşağıdaki ışık daha da parıldıyordu. Öyle ki; Albus'un asasını kullanmaya ihtiyacı bile kalmamıştı. Sessizce, "Nox!" dedi ve asanın ucundaki ışık sönerken, Albus kaburgalarında, giderek artan heyecan nedeniyle, kalbinin hızla atışına engel olamayarak Slytherin ortak salonuna kadar yürüdü. Her zamanki nem ve çıplaklığından hiçbir şey kaybetmemiş taş duvarı bulduğunda, parolanın herhangi bir nedenle değişmediğini umarak, "Serpens!" diye mırıldandı. Taş duvar, Albus'u sevindirerek, kenara savrulurken içerden hararetli konuşmaların sesi gelmeye başladı ve duvar sert bir sesle tam olarak açıldığı anda, bir an için tüm Slytherin'ler Albus'un geldiği yere boş gözlerle baktılar. Sonra tartışmalarına devam eden öğrencilerin nerdeyse tümü başlarını tekrar önünde, kendisiyle bağırarak konuşan çocuğa dönüp, onlar da bağırmaya devam ettiler. Ama Albus'un hiçbir şekilde dikkatini çekmiyordu bu bağrışmalar. Gözleriyle Lenny'i ve Jimmy'i aradı. Yirmi otuz kadar öğrencinin çevreleyerek etrafını kapattığı yer dikkatini çekince yönünü oraya çeviren Albus, yanından geçenlere çarpmamak için uğraşırken kendini kalabalığın arasından sıyrılmış, Lenny'e bakarken buldu. Çocuk vücudunun neredeyse her bir yanından yedinci sınıf büyülü iplerle bağlıydı ve şah damarının olması gereken yeri şimdi başka bir yedinci sınıf büyüsüyle yamanmış Jimmy, yerde hareketsiz yatıyordu. Lenny'nin yüzünü kapayan saçlarına ve Jimmy'nin de ifadesiz yüzüne bakarken içini müthiş bir korku kapladı. Ama daha düşündüğü şeyden emin olamadan Albus'un girdiği taş duvar yeniden açıldı ve şişman ve yaşlı ve bir o kadar da telaşlı Madam Pomfrey ve arkasında da yüzünde büyük bir korku ifadesi olan Profesör Slughorn ile, üzerinde mavi cüppesiyle, takındığı sert ve disiplinli duruşu hiç bozmayan Profesör McGonagall içeri girdi. "Çekilin, çekilin!" dedi Madam Pomfrey ve elinde, içi kusmuk gibi bir bulamaçla dolu tası taşıyarak Jimmy'nin yanına geldi. O, ilacı çocuğun yarasının üzerine dökerken Lenny'nin ne halde olduğunu gören Profesör McGonagall, yüzüne yayılan korku verici dehşet dolu ifadeyle kalabalığı yararak çocuğun üzerine yürüdü ve herkes şaşkınlıkla profesöre bakarken, o sözsüz bir büyüyle çocuğu bağlı olduğu iplerden kurtardı ve arkasına, "Bunu kim yaptı!" diye bağırarak dönerken Albus, profesörün kendisine çarpmaması için geri çekildi. Yedinci sınıflardan Albus'un adını bilmediği bir öğrenci elini kaldırarak kalabalığın içinden çıktı ve belli belirsiz duyulan bir sesle, "Ben bağladım onu." dedi. "Jimmy'e saldırdıktan sonra çocuğun kaçmasına izin veremezdik." "Bunu haketti o!" dedi Scorpius dikkati kendine çekerek daha sonra. "Ona gerektiği cezayı da verdik. Tabii, daha büyük bir cezayı hak ediyordu ama sadece onu konuşamaz bir hale getirdik. Çünkü biz ona acı çektirirken hiçbir şekilde yardım isteyemezdi-" Profesör McGonagall'ın gözleri delice bir bakışla açıldı ve önce Scorpius'a sonra da Lenny'nin hâlâ aşağı bakan gözlerine ve ağzını kapatan saçlarına bakarak, hafif de merakla, "Kim bu çocuk?" dedi. "Adı Lenny'miş, efendim." dedi bir üçüncü sınıf öğrencisi. "Adını biraz zor söylettirdik ama buna değdi-"deathly hallowÇEVRİMDIŞI#643691 04 Eyl 2009 17:56ALINTI "NE DİYORSUN SEN ÇOCUK?!" diye hiddetlendi sonunda McGonagall, sesin geldiği yöne bakarak. "BUNU ONA KİM YAPTI?! DERHAL ÇIKSIN KARŞIMA!" Albus profesörü daha önce bu halde kesinlikle görmemişti. İrikıyım bir Slytherin öğrencisi, ağzında çürük dişleriyle ve bu işten zevk almış gibi dudakları iki yanına yayılırken, sırıtarak. "Ben." dedi. Profesör McGonagall asasını, eli sinirden titreyerek çocuğa doğrulttu ve Albus, çocuğa sert bir tane geçirmemek için kendini zor tutarken, çocuğa sadece bağırmakla yetinen, belli ki öğrencisine şiddet kullanmanın gereksiz olduğunu düşünen Profesör McGonagall, zekice bir tavır yüzüne yayılırken acımasız bir ses tonuyla, "Profesör Slughorn, bu çocuğu benim odama çıkarır mısınız? Ona bir ders vermem gerekiyor." dedi. Yüzü hâlâ çocuktaydı. Profesör Slughorn, yaptığı büyüyle çırpınamaz bir hale getirdikten sonra, asası çocuğun üzerinden hiç ayrılmayacak şekilde, çocuğu havada ve önünde tutarak odadan çıktı. O an Albus, çocuğa ne tür zarar verirlerse versinler aldırmıyordu. İçinde bir yandan da Scorpius'a nefret duyarken, Lenny bağlandığı iplerden serbest bırakıldığı için elini kolunu birbirine kavuşturarak acısını dindirmeye çalıştı. Profesör, Lenny'e asasını doğrultarak bir kez daha sözsüz büyü yapmaya çalıştı ama Lenny'nin büyüyle kapattığı ağzı hiçbir şekilde açılmıyordu. "Onu çözemezsiniz profesör." dedi Scorpius yüzünde hâlâ nefret dolu bir ifadeyle. Profesör McGonagall daha ağzını açamadan Jimmy'i iyileştirmekle uğraşan Madam Pomfrey'in sesi duyuldu. "Minerva, çocuğun Hastane Kanadı'na gitmesi gerekiyor." dedi. "Yaranın üzerine döktüğüm şey, çocuğa yeniden kan verilmesini sağlayacak ama bu yetmez. Çok kan kaybetmiş." Profesör McGonagall'ın baş sallayışıyla Madam Pomfrey, Jimmy kucağında ortak salonu terk ederken, yerde gördüğü kandan rahatsız olan profesör, onu yok ettikten sonra bir kez daha sözsüz büyü denedi Lenny'nin üzerinde ama dudağının iki yanı birbirine yapışmış Lenny konuşamadı. "Size onu çözemeyeceğinizi söylemiştim." dedi bir kez daha Scorpius, dikkatin yeniden kendine çekilmesini sağlayarak. Az önce götürdüğünüz Carrey, bu büyüyü yeni öğrenmiş ve karşı büyüsü henüz yok. Bana dedi ki, çocuk bir ay boyunca konuşamazmış." Profsör McGonagall, kendisine hâlâ hiddetle bakarken, "Bana bir şey yapamazsınız, efendim." dedi 'efendim' kısmının üzerine basarak. Çünkü ben ona hiçbir şey yapmadım." "Ama şu anda yatakta olmanız gerekiyor ve siz hâlâ ayaktasınız; ki bu yaptığınız cezasız kalamaz, Mr. Malfoy." "Ama buradaki hiç kimse şu anda yatağında değil, öyle değil mi, efendim?" Profesör McGonagall, bir an için çocuğun yüzüne, az önce duyduğu şeyi tartar gibi baktı ve "Ama ben burada şu sarışın çocukla senden başka kimse göremiyorum." dedi asasını çocuğun üzerine doğrultarak, "Şimdi, önüme düşün, Mr. Malfoy." dedi. "Siz de Pomfrey'in yanına, Hastane Kanadı'na gitseniz iyi olacak." diye ekleyerek odadan çıkmaya koyuldu. Ve Albus, içerde kalmamak için profesörün peşisıra, dışarı çıkarken, nasıl olur da Profesör McGonagall'ın Lenny'nin soyadını hatırlayamadığını düşündü. Herhalde, çocuk Lenny diye çağrıldığı içindi.* McGonagall'la Scorpius önde, Albus arkada soğuk ve nemli taş merdivenleri tırmanıyorlardı. Öndeki ikili, Albus'tan habersiz Giriş Salonunu adımlayarak yol alırken, Albus adeta nefes bile almayarak onların peşinden gidiyordu. Çünkü hepsinin de gittiği yol aynıydı: Hastane Kanadı. Albus onları izlerken yaşlı profesör'le küçük Scorpius bir köşeyi daha döndü ve Profesör McGonagall, asasını önüne ışık tutarak uzatmış, burnundan soluyarak ve biraz da telaşlı ve seri adımlarla, hâlâ Albus'un arkalarında olduğunu bilmeyerek merdivenlere kadar geldiler. Albus, kadına baktığında onun ne kadar da bitkin ve yaşlı olduğunu gördü. Onu her gördüğünde dikkatini çeken açık gri uzun saçları şimdi şapkasının altından karanlıkta belli oluyordu. Ayrıca nefes alış-verişi de ne kadar bitkin bir durumda olduğunu belli edercesine zorlanıyormuş gibi çıkıyordu. Albus, tüm bunlara rağmen profesörün hâlâ dinç ve sert görünmeyi başarabildiğini görünce epey şaşırdı. Albus, ikilinin ardından, merdivenleri çıkmaktan hafif yorulduğu için, Hastane Kanadı'na zorlukla nefes alarak girdi. Pelerinine yine dikkat ederek, Lenny'i rahatça görebileceği uzak bir köşeye oturup konuşmaları dinledi. Önce Profesör McGonagall kurumuş ağzıyla Madam Pomfrey'den boş bir bardak istedi ve istediğini aldıktan sonra, yoktan var ettiği suyu tek dikişte bitirip, eliyle ağzının kenarını sildi ve bakışları birden değişerek ve Scorpius'u yok sayıp, Lenny'e acıyarak bakarak, "İyi misin, evladım?" dedi. Kendine yarattığı boş bir sandalyeye otururken Scorpius ayakta beklemek zorunda kaldı. Lenny o sırada James'in daha önce kaldığı yatağın hemen yanındakinde kalıyordu ve dudakları hâlâ birbiriyle bütünleşik, sanki orada daha önceden bir boşluk yokmuş gibi duruyordu. Sarı saçları şimdi arkasında, yastığında uzanıyordu ve gözleri tavana doğru kaçamak bakışlar atıyordu. Profesörün sorusunu duyunca başını yukarı aşağı, evet anlamında salladı ve gözleri yeniden tavana dikildi. Profesör McGonagall kemerli burnunun üzerindeki gözlüklerini yine kendi yaptığı bir büyüyle yarattığı ahşap bir masaya koyarken, gözlerini çocuğa dikti ve, "Bana bakabilir misin?" dedi. Lenny, başı hâlâ tavandaki beyaz, bazısı dökülmüş boyaya bakarken, bu sefer başını, hayır anlamında sağa ve sola salladı. "Neden, evladım?" dedi bir kez daha Profesör McGonagall, Albus'u şaşırtan acıma ifadesiyle; ama, ağzını açıp böyle bir soruya cevap veremeyecek Lenny'i bulunduğu durumdan Madam Pomfrey kurtardı -Albus profesörün Zihnefend yapacağını düşünüyordu. Tombul kadın kendi odasından, elinde paketimsi, içi sıvı dolu gibi görünen plazmik bir yapıya benzeyen bir şeyle çıktı ve çocuğun hemen yanına çömelerek, onu Lenny'nin ağzının üzerine koydu. Albus orada tam olarak ne olduğunu görmek için ayağa kalktı ve az önce Madam Pomfrey'in çocuğun ağzına yaydığı şeyin eriyerek derinin içine nüfuz ettiğini gördü. "Böyle bir durumla daha önce de karşılaşmıştım, aslında." dedi Madam Pomfrey, "Ve o, bu hazırladığım şeyle bir günde eski hâline gelmişti. Ama çocuğun dudağının kenarından çıkan şu beyaz sıvıyı görüyor musunuz?" diye hemen ekleyen tombul kadın, az önce söylediği noktayı serçe parmağıyla gösterdi. Profesör McGonagall da o noktaya gözlerini dikti ve kısa bir süreliğine, "Hımm..." diye mırıldandı. Ve Madam Pomfrey de gösterdiği şeyi daha önceki hastalıkta gözlemlemediğini söyledi. "Bekleyip göreceğiz." dedi Profesör McGonagall yine o sert sesiyle ve, "Çocukla ilgili bir gelişme kaydedersen bana haber ver." dedi ve ani bir kıvraklıkla yerinden kalkarken az önce yarattığı masayla sandalyeyi tekrar yok etti, ardından da Scorpius'u yeniden peşine takarken, Albus son bir kez daha en iyi arkadaşının durumuna baktıktan sonra öndeki gruba katıldı yine. Scorpius endişeliydi. Yol boyunca ağzından tek tük kelimeler kekelenerek çıkıyordu. Gözleri heyecanla oraya buraya oynuyordu. Ve bu durumdan hoşnut olan Albus, gözlerine uyku bastırırken kendini, yatakhanede, yumuşak yatağında uyurken hayal etti ve istemeden esnedi. Ve tam o anda, profesör yaşlı yüzüyle arkasını döndü ve birkaç saniye boyunca oraya dikkatle baktı. Albus korkuyla olduğu yerde çivilenmiş dururken, profesör başını bir şeyi anlar bir ifadeyle salladı ve yoluna devam etti. Albus da aradaki mesafeyi biraz daha açarak öndekileri izlemeye devam etti.* Albus, yürüdükçe etrafını saran hareketli portrelere bakamadan edemedi. Hepsi de değişik tipte ve yaşlısı genci, bir sürü insanla doluydu. Çoğu uyukluyor gibi görünse de Albus bazılarının numara yaptığını anlayabiliyordu. Üçlü, McGonagall'ın peşinden odaya girip yine uzak bir köşeye çekilirken, Albus etrafa göz gezdirdi. Horace Slughorn, büyüyle zaptettiği Carrey'i odanın bir köşesinde tutuyordu. Profesör o sırada, bir zamanlar Dumbledore ve diğer müdürlerin oturduğu masaya kendini atarken Albus içeride bulunan, üzerinden tuhaf dumanlar çıkan gümüş rengi aletlere baktı. Hepsi kendi dinginliğinde çalışıyor, odada huzurlu bir ortam yaratıyordu. Babasının bir zamanlar kendine anlattığı ama Dumbledore'un ölümüyle okulu terkeden Anka Fawkes'ın tüneği hâlâ orada duruyordu. Ayrıca odanın diğer bir köşesinde de, yine babasının anlattığı anılardan hatırladığı kadarıyla; içerisinde ne su, ne de havaya benzeyen tuhaf bir maddeyle dolu bir Düşünseli vardı. Albus, onu görünce bir an için aklı Jimmy'e gitti ve içinin bir kez daha çocuk için burkulduğunu hissetti. Boş boş yerdeki mermerimsi zemine bakarken Profesör McGonagall konuştu. "Bir ay ya da çocuk iyileşene kadar cezalısınız, Mr. Malfoy." dedi çocuğun yüzüne bile bakmadan. "Her antrenmandan önce Gryffindor soyunma odasına girip Mr. Filch'le orayı temizleyeceksiniz." Albus'un bunun anlamını kavraması için birkaç saniye geçmesi gerekti. Tüm Gryffindor takımının antrenmanda metrelerce yükseklikte kullanacağı süpürgeler, sopalar ve formalar Malfoy'la aynı odada. McGonagall gerçekten bunun sonucunu göremiyor muydu? Albus, Scorpius'un yüzüne baktığında gördüğü hain sırıtış ise, onun da tam olarak aynı şeyleri düşündüğünü gösteriyordu. Neyse ki bu McGonagall'ın gözünden de kaçmadı ve hemen ekledi; "Eğer Gryffindor takımından birisinin başına açıklanamayan bir kaza gelirse, ya da süpürgeler uçmamaya başlarsa, ya da bunun gibi sabotaj ihtimali olan herhangi başka bir şey olursa temizlik cezasıyla kurtulamazsınız Mr. Malfoy, bunu unutmayın." Scorpius Başını ellerinin arasına alıp suratını öne eğerken saçlarının, parmaklarının arasında kaybolmasına izin verdi. Sonunda zar zor duyulan bir sesle "Tabi, profesör" dedi. McGonagall eliyle çocuğun çıkabileceğini gösterdikten sonra odayı terk eden Scorpius, yüzünde tiksinti ve nefretle, karanlıkta gözden uzaklaştı. "Peki, bu çocuk ne olacak... adı Carrey midir, nedir?" "Düşünüyorum." dedi McGonagall başını kaldırmadan. Biraz duraladı, sonra da, "O da Mr. Lenny iyileşene kadar bir ay boyunca Hastane Kanadı'nda çocuk ne isterse derhal yerine getirecek, Lenny'nin yatağını ve etrafını hep temiz tutacak." dedi ve Profesör Slughorn çocuğu serbest bıraktıktan sonra çocuğa, "Duydun mu, müdürün dediğini?" diye öfkesini dışarı çıkardı ve korkuyla başını sallayan Carrey, arkasında da profesörle odayı terk ettiler. Albus da Slughorn'la Carrey'nin akasından çıkmak üzere ayağa kalktı. Pelerinini bir kez daha düzeltirken kendini kapıya yöneltti ve daha ilk adımını attığı anda soğuk ve yaşlı bir kadın sesi duydu. Korku ve merakla arkasına dönerken, Profesör McGonagall'ın ayağa kalkıp kapıya yöneldiğini gördü. McGonagall bir kez daha seslendi. "Bir yere gitmiyordun, değil mi, Albus?"* Albus kendisine bir saat gibi gelen yaklaşık otuz saniye boyunca sesini çıkarmadan kendine bakan yaşlı kadına karşılık verirken nefes bile almadı. Profesör McGonagall, kendisine bir kez daha seslendikten sonra ancak derin bir soluk koyuverdi. "Orada olduğunu biliyorum, Albus. Şu anda her ne kadar soluk almasan da, az önce baban gibi hızlı nefes alıp veriyordun. Lütfen pelerini çıkarıp, masama gelip oturur musun?" Ses sakin ve güven vericiydi ama Albus'un bir yanı da bunun sadece kendisini kandırmak için olduğunu söylüyordu. Görünmezlik Pelerini'nin atından çıkıp çıkmamak arasında ikilemde kalan Albus sonunda doğru karar verdiğini umarak üzerindeki saydam örtüyü çekti ve şimdi masasına zerafetle oturan profesörü seyrederken pelerinini cebine tıkıp, bir zamanlar babasının Dumbledore ile konuşurken oturduğu iskemleye, tam da Profesör McGonagall'ın karşısına oturdu. İçindeki ses hâlâ karşısındakine güvenmemesini söylüyordu ama, Albus yine de merakla sordu. "Beni cezalandıracak mısınız, efendim?" "Uygun bir ceza, tabii ki... Ama ondan önce seninle konuşmak istediğim birkaç şey var- Albus... öhmm, Dumbledore, sen de bu konuşmaya katılmak isterdin, değil mi?" Tam da Profesör McGonagall'ın başının sağ üst çarprazında, duvarın üzerine monte edilmiş portrenin içerisindeki yaşlı adam, kemerli burnunun üzerine yerleşmiş yarım ay biçimindeki gözlüklerin ardındakileri ihtiyatla açtı ve, "Tabii ki, Minerva." dedi, "Seve seve." Profesör McGonagall yumuşamadı. Başını az önceki gibi ellerinin arasına alırken, "Sen yokken..." diye mırıldandı ve derin bir nefes aldı, "... okulu yönetmek o kadar yorucu ki... Yaşım da geçiyor artık, Albus." diye bitirdi cümlesini Dumbledore'a bakmak için başını kaldırdıktan sonra. Albus konuşmayı dinlerken portredeki Albus, "Anlıyorum..." dedi. "Biliyorsun ki, sana her zaman yardım etmeye hazırım ama o kadar gururlusun ki Minerva, sürekli her şeyi kendi başına halledebileceğini söylüyorsun; her işin altından rahatça kalkabileceğini... ama belli ki artık iyice yorulmuşsun." Profesör McGonagall kısa bir süre konuşmadı, o sürenin ardından, "Peki ne yapmamı öneriyorsun, Albus?" diye sordu. "İlk duyacağın zaman, eminim ki, kısa bir şok yaşayacaksın ama... bence artık emekliye ayrılmalısın, Minerva-" Profesör McGonagall, başını o kadar hızlı çevirdi ki, Albus Severus bir an için kadının boynunun kopacağını düşündü. Hemen ardından Profesör McGonagall başını tekrar önüne çevirdi ve anlayışlı bir ifadeyle yukarı aşağı salladı. "Doğru söylüyorsun..." "Benimki sadece bir öneri, Minerva; hatırlatırım-" "Neyse ne artık... zaten konumuz bu değil; konumuz Lenny." "Lenny mi?" dedi hemen Albus. Şimdi konuşulanları daha bir dikkatle dinliyordu. "Evet, Lenny." dedi Profesör McGonagall. "Sorun şu ki... okulda Lenny adında kayıtlı bir öğrenci yok." Albus anın şokuyla dinlediklerini kavramaya çalışırken yutkundu. "Adı zaten McKenzie." dedi, bir an için rahatladığını düşünerek, "McKenzie Laundry..." McGonagall tek kaşını, şaşkınlığını belirterek havaya kaldırdı. Ayağa kalktı ve içinde sürülerce kitap bulunan bir kitaplığa doğru yürüdü. Elini dev kitapların sırtlarında gezdirdikten sonra aradığını bulan profesör, kocaman tozlu bir kitabı rafından çekti ve büyü kullanmadan onu masaya koydu. Dev kitabın sırtına asasını dokundurduktan sonra iki yana açılan kitap sayfaları tozluydu ve masaya vururken etrafa epey saçıldı. Profesör McGonagall havada uçuşanları eliyle ve üfleyerek etrafa savurmaya çalışırken onu Albus izledi ve hemen ardından profesör, asasını tam ortadaki sayfanın arasında gezdirerek kısa bir an kitaba baktı. Ama ne sayfalar hareket etti ne de kitapta en ufak bir kıpırtı oldu. Belli ki, bu kötüye işaretti ve McGonagall'ın bakışlarından da belli oluyordu. "Kitapta öyle biri yok, Albus." Çocuk bu cevabı, profesörün bakışlarından anlamıştı, ama yine de duyduğunda gerçek bir şok yaşadı. Bu nasıl olabilirdi? Belli ki Albus'un soracağı soruyu anlamış olan Profesör McGonagall karşısındakine delici bir bakış atarak, "Anlamıyorum." dedi, "Bu çocuk Hogwarts gibi bir okula kayıt yaptırmadan nasıl girmiş olabilir? Seçim Töreni'nde onu gördüğümü de hatırlamıyorum." "Kısacası, okulumuzda kaçak bir öğrenci var!" Şimdi odanın bir diğer köşesindeki portreden siyah sakallı, yaşlıca bir büyücü lafa karışmıştı. "Ve hak ettiği cezayı da almalı!" "Yanlış anlama ama, sen bu işe karışmasan iyi edersin, Phineas." dedi başka bir portredeki yaşlı bir büyücü, Albus'u şaşırtan bir şekilde, "Hep düşünmeden hareket ediyorsun. Önce bunun nasıl gerçekleştiğini öğrenmeliyiz, derim ben" "Dippet haklı." dedi bu sefer de Albus'un adını bilmediği başka bir cadı. "Gerçekten, bunu nasıl başarmış olabilir?" Phineas Nigellus sinirli bir homurtu çıkarırken, "Dippet, bence de haklı." dedi Profesör McGonagall. "İşte bu yüzden sana ihtiyacım var Albus." Yüzü yeniden, oturduğu iskemlede, olanları hayretle izleyen çocuğa döndü. "Lenny'nin gerçekte kim olduğunu öğrenmelisin." "Ama." dedi Albus biraz heyecan, biraz şaşkınlık ve biraz da hayretle, "Lenny bir ay boyunca konuşamayacak, onun kim olduğunu nasıl öğrenebilirim, efendim?" Yaşadığı şoku dışarı vurmak istememişti. "İşte bu yüzden, o bir ay boyunca, arkadaşının yanında durmanı isteyeceğim, Albus." dedi Profesör McGonagall. Bunu yapabilirsin, değil mi? Ders aralarında, akşam yatmadan önce... Quidditch maçı öncesi bile." diye ekledi hemen profesör. "Biliyorum üzerine bir yük binecek ama eminim ki, bana ya da başka hiçbir profesöre kim olduğunu söylemeyecektir. O yüzden de sürekli arkadaşının yanında durmanı istiyorum." Albus başını, yaparım, dercesine sallayıp odadan dışarı çıkarken, bir kez daha profesöre döndü ve üzerindeki sıkıcı yükü düşünmemeye çalışırken, "Peki, bana ne ceza verecektiniz, efendim?" diye sordu. Profesör McGonagall gülümsedi. "Sana cezanı az önce verdim bile, Albus."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Albus Severus Potter ve Bellatrix'in İntikamı
AdventureSihir dünyası Voldemort'un ölümüyle, sonunda rahat bir nefes almıştır. Ama kimsenin bilmediği yeni bir kötülük doğmuştur ve her geçen gün kendini intikam ve nefretle beslemiştir. Duyduğu intikam bizzat öz annesi Bellatrix Lestrange'i öldüren kişiyed...