Kahvaltı bitmişti. Yan yana oturdular, çöle arkalarını döndüler. Çok, pek çok sıcaktı. Zülzine başka bir şey sormadı, Amir de başka bir şey anlatmadı. En sonunda kalktı, yüzünü örtüp gitti.
Sıcak ve ıssızdı bulundukları yer. Zülzine Hammamet'teki deniz kokulu odasının serinliğini özledi. Hasret burnunun direğini sızlattı. Konuşacak, derdini anlatacak hiç kimsesi yoktu.
Çadırın kenarından başını uzattı. Diğerleri uyumuştu. Tek duyduğu rüzgârla savrulan kum tanelerinin sesiydi. Kavurucu çöl sıcağına dün gecenin yorgunluğu da eklenince uyumaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu. Zülzine hariç... Onun içindeki özgür ruh öyle kolay kolay prangaya bağlanacak cinsten değildi. Emin olmak için bir müddet daha bekledi. Tehlike kalmadığına kani olunca, çadırın serin gölgesinden parlak kumlara doğru süzülüverdi.
Bir kenara çökmüş dinlenen develere baktı. Sakin deveyi alsa, acaba onunla kaçabilir miydi? Kaçsa da, ne tarafa gidecekti? Bu parlak ışıkta gözlerini bile zor açarken, yön tayini yapmak imkânsızdı. Kafasında dün gece geldikleri yönü canlandırmaya çalıştı.
Emin değildi, ama olsun. Yeter ki buradan kurtulsun... Karar verdiği yöne doğru yavaşça yürümeye başladı. Kumlar alev gibiydi. Sanki dev bir fırının içinde yürüyormuş gibi hissetti. Cehennem böyle bir yer miydi ki? Amir'in devesini alsa, yani çalsa cehenneme mi giderdi? Dönüp alsa mıydı, yoksa yürüyerek de kaçabilir miydi?
Kamptan uzaklaşmışken tekrar dönmeye korktu. Çaresizce yürümeye devam etmeliydi. Yoluna akrep ya da yılan çıkacak diye aklı başından gidiyordu. Çöldeki haşeratla ilgili türlü türlü hikâyeler duymuştu şu yaşına kadar. İçi ürpere ürpere atıyordu adımlarını. Karşısına bir çöl aslanı ya da leopar çıksa ne yapacaktı, hiç bilmiyordu.
Çöl güneşi derisini yakmaya başlamıştı. Acemice başındaki örtüyü yüzüne sardı, bedevinin hareketlerini hatırlamaya çalışarak. Nereden gelmişti bu işler başına, nereden görmüştü o adam onu!
İçi doldu. Yalnızdı artık. Şu hayatta ve şu koca Sahra'da yapayalnız...
"Nerdesin baba, nerdesin? Gittin, beni bir başıma bıraktın. Bak şimdi ne hâldeyim? Sen beni yere göğe koyamazdın. Bak kimin eline kaldım ben! Ne yapacağım şimdi? Ne yapacağım?"
Hem yürümeye çalışıyor hem de gitgide boğazında büyüyen o yumruya rağmen ağlamaklı bir sesle kendi kendine konuşuyordu. Sesi daha da boğuklaştı. Hıçkırıklarla kesildi nefesi. Gözleri yaşlarla dolduğundan bastığı yeri de göremiyor, kararlama yürüyordu. Nihayetinde dengesini kaybetti ve gevşek kumların tepelendiği bir sırttan yuvarlandı.
Ağzına, burnuna kum dolmuştu. Zülzine iyice bezdi canından. Yerden kalkmaya mecali yoktu. O saatte orada öleceğini bilse, hiç keder duymadan ölümü kucaklayacaktı.
Ama başka biri kucakladı onu. Bir çift güçlü kol sarıldı bedenine. Ter kokusuna karışan bir misk doldu burnuna. Korkuyla gözlerini açtığında artık aşina olduğu o gözler vardı karşısında.
"Ağlama Zülzine'm, üzülme. Artık yalnız değilsin. Ben hep seninleyim. Seni her kötülükten, zarardan, ziyandan korur kollarım. Seni sonsuz sevgimle sararım, yeter ki ağlama. Kimsesiz değilsin. Senin her şeyin benim. Dostun, sırdaşın, eşin, her şeyin ben olacağım. Ne olur ağlama artık.
Bu güzel gözlerden daha fazla yaş dökülmesin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zülzine(KİTAP OLDU)
Romance"Nereye gidersen git, arar bulur seni! İnsan kaderinden kaçabilir mi?" Ak köpüklü mavi sularıyla Akdeniz'in kıyısında, Sahra Çölü'nün hemen kuzeyinde, kara kıtanın denizle buluştuğu yerde, sarı bir kumaşın üzerine iliştirilmi...