Aradan bir ay daha geçmişti. Bir gün aniden Nur Hanım geldi. Her zamanki gibi mesafeli ama sıcaktı. Elini öptüm, yanına oturttu beni:
"Seni unuttuk zannetme, evi tadilata soktuk. Eşyaları da yeniliyoruz, sizin düğün de bahanesi oldu. Emrah'ın da aklı sende merak etme. Bu hafta okulu bitiyor. Okul stresini atsın, haftaya seni alıp yemeğe götürecek. Bir araya gelin, konuşun bakalım. Biraz birbirinizi tanıyın. Gerçi önünüzde bir ömür var ama en güzel günler bugünler. Zaten düğüne de ne kaldı?"
Çantasından on tane kadar davetiye çıkardı:
"Al, bunlar düğün davetiyeniz. En yakınlarınıza verin. Zaten biz de kırk aileyi çağırıyoruz. Toplam elli aile davetli olsun, biz bize bir düğün yapalım istedik. Malum, bizim taraf daha kalabalık o yüzden."
Nur Hanım zaten bizi önceden az davetli çağırabileceğimiz konusunda uyardığı için annem "Tabii tabii, ne kadar az o kadar iyi. Zaten düğünde herkesi kim memnun edebiliyor ki Nur Hanım?" dedi.
Nur Hanım ilk defa anneme gülümsedi:
"Haklısınız efendim. İşte âdet olmuş, düğünler de bir araya gelmek için bahane oluyor. Ee, madem öyle en sevdiklerimizi çağıralım, değil mi? Neyse, bana müsaade. Unutma kızım Pazartesi günü Emrah sabahtan gelir. Onunla biraz dolaşırsınız, yemek yersiniz. Eksiğin falan varsa bir düşün, Emrah'a söyle. Sakın çekinme." dedikten sonra bana sarılıp öptü. Annemle tokalaştı ve gitti.
Annem gözlerini kıstı:
"Haspam, illa beş dakika oturacak, zannedersin çöplüğe geliyor! Hoş, haksız da sayılmaz ya. Akşama herifi sıkıştırayım da şu ev işine el atsın. Kız, düğün neredeymiş? Kâğıdı bir oku bakayım."
"15 Haziran Cuma saat üçte mevlit, akşam saat yedide resmî nikâh, ardından düğün yemeği varmış. Sarı Konak, Sarıyer'de."
"Hah, iyiymiş vallahi! Kimi çağırsak acaba? Ayten o gün çalışıyor mudur? Bir ona veririz davetiyeyi. Babaanneni aramamız lazım, gelsin artık. Onun da çenesi durmaz ki bir laf eder şimdi. Çağırmasan da laf eder. Her durumda rezil edecek bizi yani. Neyse, akşam baban gelsin de o söylesin kimin geleceğini."
Bana dönüp beni şöyle bir süzdü:
"Sen de iyice iğne ipliğe döndün. Gören de verem oldun zannedecek. Bir iki kilo al da giydiğin gelinlik yakışsın."
Mutfağa gitmek için ayağa kalktı, tam kapıdan çıkıyordu geri döndü. Gözleri ıslanmıştı, yanıma geldi, elini saçıma attı. Bana sarılsa mı sarılmasa mı, bilemez gibiydi:
"Sevda, sana analık yapamadım ben sen de biliyorsun. Şu derme çatma evde kimseye muhtaç olmayalım diye didindim durdum. Babanın da ne mal olduğu belli! Üç gün çalıştıysa beş gün oturdu. Senin sebebine bir işe girdi de biraz insan içine çıkar olduk kızım..."
Yutkundu, bu kadar zor muydu kızım demek? Evet, ben de biliyordum çok parasızdık, çaresizdik, mutsuzduk. Kızgınlığı gösterirken hep cömerttik de neden birbirimize sevgiyi esirgedik? Dilimin ucuna geldi, diyemedim. Zaten o kadar üzgündü ki duygularını ifade edecek doğru kelimeleri bile bilmiyordu.
"Kızım, bu yuvadan -hah, yuva da yuva yani- çıkıp gideceksin. Senin için seviniyorum. Senin akşama çocuklarım ne yemek yiyecek diye derdin hiç olmayacak. Ben evlendiğimde senden bile küçüktüm. Anamla babam başlarından savar gibi verdiler beni deli babana. Babaanneni biliyorsun, bana bir gün olsun iyi bir laf etmedi, sanki kendi oğlu bulunmaz Hint kumaşıydı. Seni doğurunca bile kucağıma alıp sevemedim. Babaannen bana hep ya bir şey söyledi ya bir iş yaptırdı. Zaten kız doğdun diye bana etmediğini bırakmadı."
Kendince o da haklıydı, gerçekten nasıl davranacağını bilmiyordu. Neredeyse sokakta saklambaç oynarken onu alıp kocaya vermişler, neye uğradığını anlamadan da ben doğmuşum. Evde ona yol gösterecek bir anneyle değil de âdeta her hareketinden açık bulmak için onu izleyen bir kadınla yaşamış. Sevgi görmemiş, sevilmek nasıl bir şey bilmemiş ki sevgiyi sunmayı bilsin.
"Sevda, bana kızma!"
Ona kızmamış, acımıştım. Evet acımıştım. Boşa giden otuz üç yıl... Hâlâ o kadar gençti ki aslında. Kim bilir, kalbinde dile getiremediği ne heyecanları vardı.
Şu son iki aydır gerçekten de herkes birbirini yemeyi bırakmış, gülmeye, hayata katılmaya başlamıştı. Bizim ailede hayata dair yeni yeni planlar yapılıyordu. Annem bazen eve birkaç küçük eşya alıyor, buna çocuk gibi seviniyordu. Babam kahveye gitmeyi bırakmış, yeni işinden başka bir şey konuşmuyordu. Özlem'le bile uğraşmayı bırakmıştı. Bir ara babama "Özlem'i okut." dedim. Babam önce terslendi. Biraz ısrar ettim "Bırak okusun, sana ne zararı var? Hem görmedin mi Sait Bey bile kızını okutmuş. Onun da hoşuna gider." dedim usulca. Böyle söyleyince durdu "Tamam, bakarız." dedi. Aslında derdi Özlem'in okuması değil, Sait Bey'in gözüne iyice girmekti. Özlem okusun da varsın öyle olsundu.
"Sana kızmıyorum anne, sadece biraz kırgınım."
Sonra dayanamayıp ona sarıldım, o da bana sarıldı. İkimiz de sessizce ağlıyorduk. On altı yıl sonra sadece bir an, işte bu an anne-kız olmuştuk. Sanki kalbini tutuyordum. O kadar şeffaf, o kadar korunmasızdı ki şu anda. İkimiz de susuyorduk ama aynı zamanda o kadar çok şey anlatıyorduk ki hangimiz anne hangimiz çocuk belli değildi. Bir annenin evladına, bir evladın anneye verebileceği en güzel, en derin hediye olan sevgi vardı şu an içimizde. Tekrar yutkundu,
"Haydi, çok işim var mutfakta." dedi. Yavaşça ayağa kalktı, gözlerini saklayarak mutfağa yürüdü.
Öylece kalakaldım. Biraz önce ilk defa kendimi bir şeye ait hissetmenin, küçük de olsa birisi için önemli olmanın verdiği huzurun bozulmamasını ve ona kimsenin dokunmamasını, onu kirletmemesini diledim. O kadar değerliydi ki bu an, belki bunun bir daha asla tekrarı olmayacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÜÇÜNCÜ ÇOĞUL YALNIZLIK
General FictionBüyük şehrin varoş mahallelerinde geleneksel bir aile ortamında büyüyen genç bir kızın öyküsü bu. Sevda'nın!.. Hayatını nice hedeflerle taçlandırma mücadelesine girmişken kapısına gelen kısmeti kovuşturmasına izin verilemezdi. Verilmedi de... Güçlü...