2 Nisan
12.13, öğle.Size söylemiştim, şehre gidecektim. Dizelerimi katmak için rüzgâra ve solan gülümsemelerin arasına neşe tohumları dökebilmek adına çıktım sokağa, kalabalığa karıştım. Günleri gittikçe renklenen dünyanın sevincini göremeyecek kadar yoğun bir kasvetle çevrilmiş kişiler için bir başka umutsuz günün şafağında, o uzun yolda, sakin bir yolculuk yaptım. Biraz silindi hatırası ancak anımsıyorum, ortağı değildim yeryüzünün sahip olduğu mutluluğun, doğrusu, ifadelerden yoksundum.
Kalbim hızla atıyor ve bileğimde coşkuyla zıplayan çocuk her geçen saniyede biraz daha cüretkâr oluyordu lakin nefesimin etrafı boştu. Dışarı bakan gözlerim yanımdan akıp geçen ağaçların gölgesinde hapsolmuş, varlığım yalnızca kendini tanıyabiliyordu. Oysa sabah uyandığımda, ayaklarım soğuk zemine yavaşça dokunup taze havayı soluduğumda veyahut gitmeye hazır bir şekilde merdivenlerden indiğimde, dışarı adımımı attığımda, böyle değildim. Ah, neden böyleydi sanki? Bir an sonsuz bir neşe, diğer bir anda keskin bir gaile. Anlamlandıramadığım bir hüzün dalgası yavaşça kendini hissettirmeye başladığında, neticesi gözlerimi kapatmak oldu zira zaten görülemiyorken ötesi, onları yormanın bir manası yoktu. Bunun üzerinden çok geçmemişti ki yüzüme dokunan rüzgâr şiddetini yitirdi ve şehre ulaştım.
Bir elimde orta büyüklükte, yuvarlak, hasır bir sepet ve diğer elimde beceriksiz bir karalama; öylece yürüdüm sokaklarda. Bakışlarım kirli duvarları takip etti, dükkânların önlerinde dolaştı ve en nihayetinde telaşlı adımlardan sıyrılan dar bir sokağın girişinde gördüm onu; yaşlı, zayıf bir adamdı. İsmini dahi bilmediğim bir insana karşı, onu gördüğüm ilk anda samimi bir his besleyemezdim fakat o, tam tersi olduğunu kanıtlamıştı bana. Yanına yaklaştığımı fark ettiğinde sırtını dayadığı duvardan uzaklaşmış, ceketinin üzerine dağınık bir şekilde dökülmüş tozları silkelemiş ve ardından resmi bir ifade ile selamlamıştı beni. Karşısında durup ben de onu selamlayıp "İyi günler beyefendi," diyerek kendimi tanıttığımda, bu kez gülümseyen oydu ve bu beni şaşırtmıştı. "Neden gülümsediniz?" diye kendi dilimde sorduğumda, sonrasında, unutkanlığım için özür dileyip kendimi düzelttiğimde neşesi artmış gibi derinleşti gülüşü ve başını yavaşça salladı.
"Bu kadar bariz mi hanımefendi?" diye cevapladı beni yukarı kıvrılmış dudaklarına yorgunluğun ağırlığı düşerken. Ben, aynı lisanı konuştuğumuz için sevinirken o, yamalı ceketinin önünü sıkıca tuttu ve başını çevirip çekingen bir şekilde öksürdü.
"Yoksa ölüm, omzumun üzerinde mi duruyor?"
Bir kez daha öksürdü bu sorusunun üzerine ve şaşkınlığa eşlik eden bir korkuyla bir adım geri gittiğimde hızla omzuna çevirdi başını. Anlam veremedim bu sözlerine, gülümsedi yine ve "Onu görüyorum," diye fısıldadı. Güçsüz nefesi döküldü bakışlarının önüne, kudretli bir yel onu takip etti. Üfledi omuzlarına insanın kaçınılmaz kaderini kovmak istercesine ancak bu gerçek olmayacak bir hayaldi.
"Yakın, yakın... Çok yakın."
Ellerim, bu yaşlı adamın duygularının derinliğini hisseder gibi titrediğinde onu gücendirmekten son derece çekinen bir tavırla sepeti ona uzattım. Kabul etmedi hediyelerimi, onun yerine sokağın biraz ilerisinde, tek başına elindeki oyuncakla oynamakta olan küçük bir kız çocuğunu çağırdı yanına ve elimdeki sepeti nezaketle alıp uzattı ona. Dağınık saçlarının kapattığı yüzüne bir gülümseme yayılan küçük kız başlangıçta utanıp kızaran yanaklarına bastırmışsa da ellerini, adamın ısrarı ile sepeti almış ve hızla oradan uzaklaşmıştı. Sokaklarda pek çok insan vardı beyefendi, yoksun olabilirdi ceketinin cepleri insanların zenginlik diye tanımladığı her şeyden fakat bu yaşlı adamın kalbi merhamet deniziyle doldurulmuş olmalıydı ve öyle ki başka hiçbir şeye yer yoktu. Bunu, küçük kız oradan uzaklaşırken ve biz de sessizce onun adımlarını izlerken onun gözlerine düşen parlaklığı gördüğümde anladım. Güneş bir aynaya sıkışmış gibiydi orada ve mutluluk, o kendini içinde taşıyan camda fazlasıyla gerçekçi ve en samimi haliyle duruyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Beyefendiye Mektuplar
Romance❝Çünkü beyefendi, siz, kelimelere sığmayan bir adamsınız.❞