27 | Louder Than Bombs I Am Depressed

1.8K 130 137
                                    

Dün akşam çok iyi anladım, anlamı olmayan şeylerde anlam aramaya kalkmanın zamanımı boşa harcamak olacağını...

'Yaşamın büyük bir değeri yoktur, fakat ondan başka bir şeyimiz de yoktur' diyebilen Sigmund Freud acaba aile kavramını somut olarak görememiş miydi merak ediyordum

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

'Yaşamın büyük bir değeri yoktur, fakat ondan başka bir şeyimiz de yoktur' diyebilen Sigmund Freud acaba aile kavramını somut olarak görememiş miydi merak ediyordum. Çünkü neredeyse iki ay geçmesine rağmen benim canım hala ilk günkü gibi yanıyordu. Elime zorla tutuşturduğum bu kitap işte bu yüzden sinirlerimi daha çok bozuyordu.

Ben kendimi kaybetmeden önce her şeyimi kaybetmiştim. Annemi, babamı, evimi kaybetmiştim. Bunun üzerine aynı anda sevdiğim adamın da ailesini kaybetmesi bu durumu daha çekilemez hale getirmişti. Keşke o akşam mağaraya gitmeseydik diye düşününce bile bunun daha beter olması durumu pişmanlık duymamı bile istemiyor gibiydi.

Dağılmıştım, herhangi bir duyguya asılamıyordum.

Düşünüyordum da, Min Gi de benim gibi mi hissetmişti? Onun küçücük canı da yanmış mıydı anladığında tüm bunları? Nasıl dayanmıştı peki bu yaşta? Ben yirmi dördüme adımlarken bile ailemin artık yanımda olmayışı dizlerimin bağını çözmüşken, o cılız bedeniyle nasıl taşımıştı bu ağırlığı?

Bu acı hiç geçmeyecek gibi hissettiriyordu her anlamda. Peki ne zaman alışacaktım bu yürek yangısına?

Bencilliğimi yenip hiç bir şekilde üzüntüsünü bana göstermeyen adama ne zaman sarılacaktım? Ortak acılarımızı paylaşmayı kabul edecek miydi ben alıştığımda?

Bu haldeyken sorularıma cevap bulmak çok zordu, yaptığım tek şey tüm gün boyunca yatağıma girmek ve neredeyse hiç burdan ayrılmamaktı. Hi Ra sayesinde bir kaç bir şeyler yiyor, gün içinde Jeongguk'un okumam için bıraktığı kitaplara bakıyordum. Bazen pencereye ilerliyor, tozlu, gri Seoul'ü izliyordum. Artık maviyi yutmuştu bu şehir. Gökyüzü bir daha asla geri gelmeyecekmiş gibi yerini gri bulutlara bırakmıştı.

Akşamlar Jeongguk her ne kadar dışarı çıkıp hava almayı teklif etse de, onu her seferinde reddediyordum. Çünkü gerçekten adım atmak için halim yoktu. Tualete bile gittiğimde başım öyle bir dönüyordu ki bazen Hi Ra'dan yardım alamadan geri dönemiyordum. O yüzden son bir kaç gündür ısrar etmiyordu dışarı çıkmak için. Onun yerine belime sardığı kollarıyla karnıma masaj yapıyor, aynı zamanda şarkı söylüyordu. Bazen boğazı düğümleniyor, sesini sabit tutabilmek için gırtlağını temizliyordu. Sonra başaramayınca, şarkıyı yarıda kesmek zorunda kalıyor, hissettirmemeye çalışarak ağlıyordu. Öyle düşünceliydi ki asla bana bir şeyler yükleyip neden bu acıyı ayrı ayrı yaşamamız gerektiğini sorgulamıyordu. Jeongguk gerçekten üzgündü oysa. Bunu uyuduğunda uykularını bölen kabuslardan anlayabiliyordum ama kendime yetemeyen ben sevdiğim adamın acısına hiç bir şey yapamıyordum.

O mahvoluyordu, ben mahvoluyordum ve bu aralıksız bir şekilde devam ediyordu.

Hayat anlamını yaşam boyunca çoğu kez kaybedebilirdi, mesela hastalandığında bir daha hiç sağlıklı olamayacağım diye düşünürken, ya da zaten bir gün öleceğimi biliyorum derken, evrendeki varlığımı sorgularken veya biri beni üzerken... Ama asla bu hissin bu kadar uzun bir süre benimle oluşunu deneyimlememiştim. Sanki biri tüm hayat yükümü toplamış ve aynı anda belime yüklemişti. Acı olan ise, gittikçe altında ezildiğimi hissetmemdi galiba.

Hani tanrı sadece taşıyabildiğimiz kadar yük verirdi? Neden omuzlarımdaki baskı beni gün geçtikçe bitiriyordu o zaman?

"Sevr... Min Gi geldi." Hi Ra kapıyı bir kaç kez tıklatrak kafasını içeri soktuğunda pencerede olan bakışlarımı ona çevirdim.

Yurt müdürüyle sözleştiğimiz üzere Min Gi yetimhaneye alışma süresini aşınca artık haftasonu yanımızda kalabilecekti. Bu gün de o günlerden biriydi ve ben yine Min Gi'yle yatağıma sığınacak, onu mutlu edebilecek bir şeyler yapacaktım. Belki onda yeniden ayaklanma gücü alırım düşüncesi de beynimde dolanıp duruyordu diğer taraftan.

"Seb unnie~" sonunda odama ani giriş yapan minik, solgun bakışlarımı biraz daha canlandırmıştı. Bunu kırışan alnımın hareketlenmesinden anlayabiliyordum. Ruhumun ona ihtiyacı vardı, hissedebiliyordum. Küçük ve savunmasız olanın o olmasına rağmen, güçsüz olan bendim çünkü.

"Hoşgeldin miniğim." diyerek onu önce yatağa, sonra kucağıma aldığımda kollarını hemen boynuma dolamıştı. Minik elleri omuzlarımdaydı ve bakışları gözlerimde bir şeyler arıyor gibiydi.

"Bir şey mi söyleyeceksin, Minie?" dediğimde biraz daha gözlerimde oyalanıp beni onaylamıştı. "Neden hala üzgünsün? Şurdaki acı geçmedi mi?" elini kalbimi işaret etmek için kaydırdığında gözlerimde hazır bekleyen yaşları tutamamıştım. Onun yanında ağlamak istemiyordum, o bu kadar dirençliyken kendimi böyle bırakamazdım.

"Geçmedi ama sen gelince hafifledi." bir taraftan ona sarılmış, diğer taraftan göz yaşlarımı silmeye çalışıyordum. Kendimi daha fazla ne kadar düşürecektim böyle...

"Jeongguk oppa sana neden ilaç almıyor?" saçıma çıkardığı elleri orada oyalanmaya başladığında beni böylesi rahatlattığı için ona borçlu hissediyordum. Ben onun acılarını çok saramamıştım ama o benimkilerle çok güzel ilgileniyordu.

"Çünkü bu acı ilaçla geçemeyecek kadar derin, bebeğim. Tek çaresi kesin olmamak üzere zaman gibi gözüküyor." beni anlıyor muydu emin değildim ama öyle olmasa bile varlığı iyi geliyordu. Bir masum tarafından önemsenmek, ilgi görmek eşsiz bir duyguydu. Ayrıca Min Gi oldukça akıllı bir kızdı.

"Peki neden sadece burda-senin yatağında zaman geçiriyoruz?" sorusu üzerine ondan ayrılmış, hala tam olarak kuruyamamış gözlerimi gözlerine dikmiştim. Ona yorgun olduğumu söylersem beni anlar mıydı?

"Dördüncü kez buraya geliyorum ama seni bu yataktan çıkarken hiç görmedim." suskunluğumu görünce beni ikna etmek istiyormuş gibi konuşmaya devam etmişti. Bencillik ettiğimin farkındaydım ama dışarıya çıkmak demek, bayılmak demek gibi geliyordu artık bana.

"Hadi nolur, bu gün dışarı çıkalım en azından." kaşlarını çatmış aynı anda yukarı kaldırırken uzattığı cümlesine hala yanıt veremiyordum. "Lütfen, unnie lütfen~" sızlanmaya devam etmesi beni pes ettirecek gibi dursa da aklıma gelen fikirle umutla miniğe dönmüştüm.

"Hi Ra ablanla gitsen nasıl olur peki?" dediğimde yüzü aniden düşmüştü. Bana küsmüş olacaktı ki kollarını önünde bağlayarak ters bakışlar atmaya başlamıştı.

Onu gerçekten kırmak istemiyordum ama dışarı çıkmayı da gözüme kestiremiyordum işte. İki arada bir derede kalmıştım resmen. Yine de bana kızgın olmaya çalışan bakışları önemsenmeyecek gibi değildi.

"Tamam, çıkalım ama sadece 15 dakikalık." daha söze başladığım ilk anda heyecanla parlayan gözleri ışıl ışıl oluvermişti. Hemen açtığı kolları boynuma sarılmış, kıkırtılar çıkararak mutlu olduğunu göstermeye çalışıyordu. Sadece dışarıya çıkmak için bile bu kadar sevinebiliyordu demek ki...

Ona tamam demiştim ama ayaklanmak için bile cesaretimi toparlayamıyordum. Dışarıda bunu nasıl sürdürecektim hiç bir fikrim yoktu.

"Cadı ve minik? Bensiz nereye böyle?" kapıya yaslanmış bizi süzen Jeongguk konuşurken ben de ayaklanmaya çalışıyordum. Üzerime bir şeyler alıp çıkmak en iyisi olacak gibiydi.

"Unnie'yi dışarı çıkmaya ikna ettim sonunda..." elini bir birine çırparak mutluluğunu Jeongguk'la da bölüşen Minie tam bir şapşaldı. Yüzümü gülümsetmek için ekstra bir çabaya ihtiyacı yoktu, sadece doğal olduğunda bile bana moral vermeyi çok iyi biliyordu. "...bana öğrettiğin taktiği uyguladım."

Ben kendi kendime onun nasıl tatlı olduğunu düşünürken fısıltıyla söylemeye çalıştığı şeyle ona taraf dönmüştüm. Hayır, asıl şapşal ben oluyordum bu durumda...

"Jeongguk! Çocuğa şirinlik yapmasını söyleyerek beni dışarı mı çıkarmaya çalışıyorsun?" bu kez bakışlarımı Jeongguk'a döndüğümde ne yaptığından hala habersiz olan Minie kıkırdıyordu. Benimle güzel eğleniyor olmalıydı.

"Pot kırdın ama Minie ya~"

LOUDER THAN BOMBS | JJKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin