Asaf

16 2 0
                                    

''Askerler,'' diye bağırdı dev ve odanın içi doldu üç bez muhafızla. ''Bana ihanet ettiler,'' diye bağırdı sahte Süleyman ama kimse hareket etmedi. ''Ne duruyorsunuz?'' diyerek çığırdı yine öfkeyle dev. ''Vezirimi ve Belkıs'ı yakalayın,'' diye böğürdü sonra ve kolundan kaptığı bir askeri düşmanlarının üzerine saldı.

Asaf hamle yaptı ve kılıcını kınından sıyırdı. Gelen askeri büyük bir ustalıkla savuşturdu. Belkıs'a siper olarak ''Kraliçem siz kaçın,'' dedi. ''Hayır,'' diye karşılık verdi Sebe Melikesi. ''Gidip diğerlerini uyar ve düşmanlarımızı alt et!'' diyerek susturdu Asaf'ı. Vezir, karşı çıkmaya çalıştı ama ''Vaktimiz yok,'' diye uyardı onu Belkıs ve bir kılıç son anda vezirin bacağını sıyırdı. ''Gerçek Süleyman'ı bul,'' diyerek son kez yakardı Belkıs ve bir muhafız onu belinden yakaladı. Sebe Melikesi direnmeye çalıştı ama yetersizdi. ''Geri döneceğim,'' diyerek takla attı Asaf ve birkaç muhafızı daha yere devirdi. Tam kapıdan çıkacak iken dev bir yumruk savurdu ve veziri durdurdu. Vezirin üstüne atılan iki muhafız, Asaf'ı tutmaya çalışıyordu ama yetersizdi. Mısır'da daha Asaf'ı yenebilecek biri çıkmamıştı, görünüşe göre bir yüzyıl daha çıkmayacaktı.

Kavganın acımasızlığı ve yetersizliği devi daha da kızdırdı. Bir yandan Belkıs'ı hapsetmeye çalışırken bir yandan da ''Asaf'ı yakalayın beceriksizler,'' diye haykırıyordu askerlerine. Odaya beş on muhafız daha koşarak girdi ama yine de Asaf'ı yenmek için yeterli değildi.

Asaf yerden kalkmayı başardığı gibi iki üç hamle yaptı, birkaç kişiyi omzuyla devirdi ve kılıç darbeleriyle yoluna çıkan askerleri öldürdü. Odanın kapısına doğru hamle yaptı ve takla atarak devin bacaklarının arasından geçti. Koridorun sonunda yer alan köşeyi döndüğü gibi sarayın çıkışına doğru ilerledi.

Arkasından gelen gürültünün, devin bağrış ve çağırışları olduğunu biliyordu zeki vezir. Artık karşısında olan yıllar boyunca hizmet ettiği Peygamber yoktu, en azılı düşmanı onu öldürmek için bütün sarayı seferber etmişti. Ne kadar üzücü bir durumdu bu Asaf için, yıllar boyunca hizmet ettiği kişi onun etini parçalamak için çıldırıyordu. Eski efendisini kaybettiği gibi en yakın dostunu da yitirmişti Asaf. Kraliçesini ölüme terk etmiş ve zavallı gibi kaçmıştı oradan ama hepsini düzeltmenin bir yolu vardı.

Gücü vardığınca koşmaya devam etti Asaf, bir yandan ne yapacağını planlamaya çalışırken bir yandan da karşısına çıkan askerlerle mücadele etmek zorunda kalıyordu. Aldığı sıyrık ve yaraların haddi hesabı yoktu. Hafif sekerek çıkış kapılarına doğru yöneldi, nöbetçilere kapıları açmaları için izin verdi. Sahte Süleyman ona yetişemeden saraydan kaçmak zorunda olduğunu biliyordu vezir.

Kapıların sürgüleri açıldı önce, sonrasında kapılar aralandı. Asaf ilk olarak ahıra yöneldi saraydan çıktığı gibi. Atının üzerine zar zor da olsa atladı. Ayaklarını hareket ettirerek ''Deh,'' diye bağırdı. Arkasından onu takip eden oklardan biri kulağını sıyırdı, diğeri bir ağaca saplandı. Birkaç ok daha veziri yakalamak için uğraştı ama olmadı. Dev çok geç kalmıştı.

Asaf, dörtnala koşuyordu şimdi, güneş az çok etkisini yitirmişti. Mısır'da güneş batarken geniş yapraklı hurma ağaçlarının dallarını koyu bir kızıllık kaplardı. Yeşille kırmızının birleşmesinden doğan bu renk yağmuru gözleri kamaştırdığı için Asaf arada bir atını durduruyor ve doğru yolda olduğundan emin olmaya çalışıyordu.

Biraz daha sokak aralarında yol altıktan son şehrin dışına doğru yer alan alana doğru ilerledi, sazlık doluydu burası. Sazların arasından süzülen dere köyün dört saat uzağındaki ırmağa kavuşmak için dümdüz ova üstünde mavi bir şerit gibi uzanır ve harika bir manzara ortaya çıkarırdı güneş batarken ama ne yazık ki Asaf buraya manzara izlemek için gelmemişti.

Yolunun üzerinde her sabah onu izlemek için buraya geldiği bir dilenci vardı. Bu zeki çehreli adam, yoklama defteri imzalamaya mahkûm bir kalem efendisi intizamıyla, her gün, tam öğle vakti köşesine gelir ve tam güneş batana kadar da bir söz söylemeksizin sırf gözlerinin derin elemi ve edasının sakit belagatiyle gelip geçenlerin merhametini avlardı. Merhametlerin birer şaşkın güvercin telaşıyla, bu mahir avcının kurduğu tuzağa düşmek için nasıl kanat çırptıklarını görmek, Asaf'ın her sabahki eğlencesiydi.

Sabır, tahammül, ihtimam gibi seciye faziletlerinin en müşkülleriyle mücehhez ve aynı zamanda, ustalıklı bir sükûtun vahi bir talâkate müreccah olduğunu bilecek kadar zevk ve idrak sahibi olan bu adam, Asaf'a kalpten bağlı bir hizmetkârdı.

Daha çetin sahalarda, daha kârlı şikârlar arkasında koşması mümkün iken, bir dilenci kisvesi altında gelip geçenlere el uzatmaya razı oluşunu, büsbütün budalaca bir hareket saymak herkesin düşündüğü şeydi ama vezir aynı fikirde değildi. Dilenci kılığındaki adama yaklaşarak ''Zamanı geldi,'' dedi Asaf.

Toprak damın altındaki birkaç karartı hareket etti. Birisi daha büyük ve kuvvetli diğerleri ise birkaç hayvan figürü... Büyük karaltı biraz önde, belli bir kısmı gözükmekte, namaz kılar gibi elleri dizlerinde...

Onun yanındaki daha ufak karartı bir süre sonra daha belirginleşti, meğerse su testisiydi. İçinde dinmek üzere bir lıkırtı... Çam kozalağı tıkacı testinin ağzına koyan bir el... Diğer bir yanda sırt üstü yatan bir köpek...

Sonra karaltı ayağa kalktı, dilenci kılığındaki adam belirginleşti ve ''Hazret-i Lokman Hâkim'e 'Halkın en zelîl ve rezîli kimdir?' diye sorulunca nasıl cevap verdi,'' diye sordu. Kilide anahtar lazımdı, harekete geçmek için ise ivmeye. ''Halk arasında rezalet ve çirkin işlerden utanmayıp en rezil hâller üzere görünmekten sıkılmayandır,'' diye cevap verdi Asaf. ''O zaman,'' dedi dilenci ve bir ıslık öttürdü. Saniyeler içinde bir sürü insan toplandı Asaf ile adamın etrafına. ''O zelil ve rezile haddini bildirmek gerekir,'' diyerek devam etti sözlerine dilenci kılığındaki adam. Sonra kirli cüppesini parlak zırhının üzerinden sıyırdı. Belindeki kılıcı ve hançeri belirgin oldu. ''O kim?'' diye sordu adam, çarpık dişleri konuşurken göze batıyordu. ''Hadat,'' diye yanıtladı Asaf.

Gül Yangını | Süleyman TapınağıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin