Beyaz kanatlı bir kuş gibi yol alıyordu Nasri'yi taşıyan uçak ama beyaz renge zıt özel malzemeden yapılmış bir gövdesi vardı. Hemen üzerinde uçak şirketinin markası ve kurşuni renge bürünmüş bir katman yer almaktaydı, yorgan nasıl insanı sarıp sarmalarsa o renk demeti de uçağın bütün gövdesini kaplamıştı. Böylece koca bir metal yığını havada asılı duruyordu ve kilometrelerce aşağıda olan yolun üzerinde paralel şekilde ilerliyordu. Yalnız upuzun bir yol eşlik ediyordu uçağa.
Her geçen dakika yaklaşıyordu İngiltere. Dünya küçüktü, ulaşım kolaylaşmıştı. Bir uçak pistten kalktı mı, Mısır'dan İngiltere'ye varmak sadece saatler sürerdi. Bir gün içinde Dünya'nın öteki ucuna gidip dönebilirdiniz.
Kimi zaman uçaklar şaha kalkar; fakirden zengine, hayalperestten umutsuza, suçludan suçsuza birçok insanı taşırdı ama Nasri'yi hiçbir kategoriye sığdırma şansınız yoktu. O isteklerinin omuzlarına tünemiş, sapasağlam tutunmuştu. O yüzdendi başını cama yaslayıp dışarıyı izlemesi... Koskocaman bulutlar masmavi bir gökyüzü... Altta tamamıyla yeryüzü, çeşitli ülkelerin toprak parçaları... Yalnız hangi ülke nerede bilmiyordu Nasri, coğrafyası her zaman kötüydü.
Yerinde kıpırdandı Nasri, uçağın biraz sallanması onun dikkatini dağıtmıştı. Hemen yanındaki annesinin elini tutmuştu. Nedeni açıktı, artık o evin en büyük oğluydu çünkü babası bir buçuk yıl kadar önce vefat etmişti. Acaba babası yaşıyor olsaydı değişir miydi her şey? Evin tüm sorumluluğu, hayatın acımasızlığı diner miydi?
Oxford'a giderken uzaklaşıyor muydu babasından? O yaşasaydı atılır mıydı bu serüvene? Bu soruların cevabı yoktu kafasında, Nasri ne kadar hayallerinin üniversitesi Oxford'a doğru yol alsa da, bir başarı elde edemediğini düşünüyordu. Annesinin elini biraz daha sıktı. Acı yerini kuvvet aldı, özlem yerini ise azim. Geçmişe doğru kayarken hayalleri, gözleri de kapandı.
Daha dün gibi hatırlıyordu. Oxford Üniversitesi'ni deliler gibi istiyordu, tam bir buçuk yıl kadar önce. Bir gün babası yanına gelerek elini omzuna koydu ve ''Niye yapamayasın,'' diye sordu. O gün babasının gözlerinin içine son defa bakışıydı, o günün akşamında ani bir kalp kriziyle hastaneye kaldırılmış ve kurtarılamamıştı. O yüzden Oxford hayaline sıkıca sarıldı ve kırk gün kadar sonra olanlar oldu...
Nefes alıp verdi Nasri, gözlerini açmayı denedi ama göz kapakları kıpırdamadı. Hafif bir titreme bedenini sardı, annesi oğlunu görünce endişelendi. Kabin görevlisinden bir yorgan istedi ve Nasri'nin üstünü örttü. Çocuk uyumaya devam etti ama bu sefer başka yerdeydi. Oxford'dan mektup aldığı güne atlamıştı anıları... Bir yıl kadar önceydi.
Bir postacı sokağı geçti, evlerinin olduğu yöne doğru ilerliyordu. Adımlarını atarken ses çıkartıyor, belindeki çantası ağır olduğu için sağa doğru sendeliyordu. Yüz metre kadar ilerledikten sonra durdu, her zaman yaptığı gibi çantasından paketi çıkardı. Adres ile postanın çakıştığını görünce elindeki paketi kaptı. Eve doğru ilerledi, demir bahçe kapısını araladı ve kapının önüne geldi.
Kapıyı çalıp çalmama konusunda kararsızdı postacı çünkü ev oldukça bakımsızdı. Bahçedeki tüm çiçekler kurumuş, yürüme yolundaki taşların bir kısmı yerinden çıkmıştı. Kapının rengi solmuş ve birkaç parçası yerinden oynamıştı. Ev iki katlı olmasına rağmen sanki bir katlı ev gibi eğilip büzülmüştü. Üstündeki birkaç kiremit yere düşüp parçalanmıştı. Yağmurlu bir havada evi rahatlıkla su basabilirdi. Yani kısacası evin neredeyse her yerine rehavet çökmüştü.
Neyse ki postacı fazla düşünmedi bunların üzerine. Hem ona ne oluyordu ki? Kim nasıl isterse öyle yaşardı. Postacının vazifesi, postayı doğru adrese ulaştırmaktı. Kapıyı çaldı, bir süre bekledi. Ardından bir çocuk belirdi kapıda, görevlinin elinde yazan kâğıda göre bu çocuk Nasri olmalıydı. ''Nasri evde mi?'' diye sordu postacı. ''Benim,'' dedi utana sıkıla oğlan. Şurayı imzala, dercesine bir kâğıt uzattı postacı. Nasri imzaladı ve postayı teslim aldı, teşekkür dahi etmeden kapıyı kapattı. Görevli öylece kalakaldı, ''Rica ederim,'' dedi kendi kendine ve sıradaki adrese doğru yola çıktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gül Yangını | Süleyman Tapınağı
Ficção Histórica*Gül Yangını'nın altıncı kitabına dahil edilecektir. "Bazı sevgiler vardır; hiç ölmez, kısa zamanda saplantı halini alır. Bu sevgi kimi zaman bir kadına, kimi zaman bir spor dalına, kimi zaman bir müzisyene bazen de bir pipoya bile olabilir. Kitapla...