Joseph

24 3 0
                                    

Evi yolun kenarındaki evlerden biriydi. Yoldan bakıldığı zaman birçok ev gibi sıradan görülürdü ancak büyükbabası evlerinin içini özel olarak tasarlamıştı zamanında. İçerideki tarihi eserler paha biçilemezdi, örgütlerinin yüzyıllar boyunca sürdürdüğü gelenek evin içini boyamıştı. Balkonunun yerleri en pahalı fayans, duvarda ise en ünlü tablolar yer almaktaydı. Fayansların rengini annesi beğenmişti, ailenin en yaşlı üyesi. Tabi annesi Alzheimer hastası olduğu için ailesinin, soyunun ve mirasının bütün yükü omuzlarındaydı.

Bal rengiydi fayanslar... Yıllar boyunca süre gelen örgütlerinin doğal rengiydi. Balkonunda ve pencerelerde koyu siyah, demir parmaklıklar vardı, tedbir amaçlıydı. Balkondaki parmaklıklarda tıpkı kuş kafeslerindeki gibi minicik bir pencere yer alıyordu, bu da dışarıdan birinin girmesini zorlaştırıyordu. Çatısında ise İngiltere'deki tüm evlerde olduğu gibi güneş enerjisi depoları ve paneller vardı. Bir de daha önceki örgüt karargâhından getirmiş olduğu en değerli yadigâr bulunuyordu. Ahid Sandığı'ndan birkaç parşömen, en azından öyle düşünüyordu ama emin değildi... Ahid Sandığı ise kayıptı, içindeki bütün değerli eşyalar ile birlikte. Gerçi, Ahid Sandığı'nı bulsa bile çözemezdi sırrını çünkü Hz. Süleyman'ın yüzüğü olmadan asla!

Sabitledi bakışlarını denizin en uzak, güneşle buluştuğu yere... Birazdan batacak olan güneşin yüzüne vurduğu son sıcaklık hissini biriktirmek ister gibi kırıştırdı yüzünü. Deniz ayaklarının altındaydı, evinin manzarası paha biçilemezdi.

Avucundaki silahın kabzasına az daha bastırarak durdu. Acı veren parmaklarıyla bastırdığı silah değildi. Gösterdiği başarısızlıktı, küçücük çocuğu yakalayamamış olmasıydı. Tanrı'ya dua etti, bir kadın daha ayrılmıştı dünyadan. ''Tanrım senin için feda ettim,'' diye yakardı kendini savunarak. Arkasında tek bir kanıt bırakmaması ise cabasıydı, hem olsa ne olurdu ki? Polis merkezindeki arkadaşları kanıtları görünmez kılardı.

Arkasına yaslanıp rahatlamaya çalıştı ama o ismi aklından çıkaramıyordu: Süleyman Nasri. Yüreğindeki acıyla, tatlı tebessümü birleştirerek yaşadığı sihirli rüyanın başladığı yere götürdü yüreğini...

Fırat nehrinden, Sina çölüne kadar uzanıyordu hayal ettiği krallık. Hz. Süleyman'ın babası Davut'tan krallığı devraldığı zamanlardı. Süleyman Tapınağını duymayan yoktu, büyük bir mimari estetikle inşa edilmiş saray, o günlerde tebliğ amacı ile kullanılıyordu. Süleyman peygamber zamanında bölgede barış, huzur ve bolluk yaşanmıştı. Her peygamberin karşılaştığı gibi Hz. Süleyman da bazı zorluklarla karşılaştı. Bunlardan ilki onun büyü yolu ile bu güce erişmesiydi. Joseph'in geldiği soy yani İsrailoğulları, onun büyücü olduğuna dair söylentiler çıkarttı. Büyücü mü peygamber mi tartışması hayli uzun sürdü...

Joseph davasından asla vazgeçmemişti, vazgeçmeyecekti de. Soyunun devamını ve geleneklerini korumak zorunda olduğunu biliyordu. Bir tek kendisi bu haklı davayı sürdürebilir ve Hz. Süleyman'ın yüzüğünü bularak onu Ahid Sandığı'na yerleştirebilirdi. Ondan sonrası ise kesindi: Mutlak barış!

Süleyman peygamberden sonra tapınak defalarca yağmalanmış ve kazılmıştı ama Joseph'in ailesi yüzüğü bir türlü ele geçiremedi. Başta kendi ailesi olmak üzere, Babiller, Romalılar, Yunanlılar, Persler tarafından tapınağın bulunduğu Sion tepesi defalarca kazılmıştı ama ortada herhangi bir şey yoktu. Müslümanlar burayı işgal ettiğinde özellikle tahtın bulunduğu noktaya Hz. Ömer bir mescit yaptırmıştı, mescidin buraya yapılma amacı kazıları durdurmaktı ama çok uzun sürmedi.

Joseph'in asil ailesi bir yolunu bulup Haçlı ordularının içinden çıkan bir grup kurdu: Tapınak Şövalyeleri. Haçlı orduları Kudüs'ü işgal edince, bu grubun merkez komutanlığı da Mescidi Aksa oldu. ''Pauperes commilitones Christi Templique Solomonici,'' diye fısıldadı Joseph. Tapınak Şövalyelerinin tam isminin Latince telaffuzuydu dile getirdiği. Kısacası Süleyman Tapınağı ve İsa'nın Fakir Askerleri... Kendilerini Süleyman Tapınağı'nın askerleri olarak tanıtan bir askeri tarikat...

Tabi uzun sürmedi egemenlikleri. İsrailoğulları Babil'e esir düştüler ve oraya sürüldüler. Orada esir hayatı yaşayan Yahudiler, Harut ve Marut'tan Babil toplumuna kalan büyü sanatlarını öğrendiler. Hz. Musa ve Davut peygamberlerin kitabına ilave kitaplar eklediler, ellerinden gelen tüm çabayı gösterdiler. Amaç hayatta kalmaktı. Bu yüzden Kabala çıktı ortaya.

Ama o kadar yıkım sonunda geriye pek bir şey kalmadı. Bugün Batı Duvarı ya da Ağlama Duvarı olarak bilinen Kral Herod'un koruma duvarlarının bir kısmı Romalıların yıkımından sonra ayakta kalmayı başaran tek eserdi. Ayakta kalan tek miras, Joseph'in gözyaşı döktüğü tek yerdi.

Ortodoks ve Muhafazakâr Musevilik taraftarları Mesih'in gelmesinden önce buraya Üçüncü Tapınak'ı inşa etmeyi planlamaktaydı, sadece bu yüzden birçok İsrailli fanatik Mescid-i Aksa'yı havaya uçurmak da dâhil ortadan kaldırmanın yollarını aramıştı ve halen de aramaktaydılar ama Joseph yaşadığı sürece böyle bir şey olmayacaktı.

Düşüncelerinden koptu sonrasında, geçmişini düşünmeyi bıraktı. Eli klavye tuşlarına dokunurken bir güç parmaklarını geriye doğru iter gibi hissediyordu kendini. Oysa içinde biriktirdiği o kadar çok şey vardı ki... Bunların birikinti olmasını istemiyordu. Son bir hamle ile diyerek defalarca zorladı parmak uçlarını. Parmak uçlarına söz geçirmeye çalıştıkça onu durduran gücün tesiriyle mecali kalmamıştı... Yaşayacaklarını biliyordu. Bugün yaşayacaklarını hissetmiş olmanın verdiği acı, beyninin tüm zerrelerinde dolaşıyordu. Eli o acıyı yazmaya yelteniyor, bu sefer de kendisi yazmamak için direniyordu.

Yazmamalıyım, olmamalı sözcükleri dudaklarından dökülürken... Parmaklarını klavyeden çekmeye karar vererek içindeki bugüne dair yaşayacağı yoğun birikintiden soyutlamaya çalışıyordu kendisini... Yazmamalıydı. Yazarsa kalp ile gönül çekişmesinin beynine verdiği zararı nasıl giderebilirdi? En iyisinin susmak olduğuna karar vererek saçma sapan gün telaşına doğru kendisini bıraktı.

Susacak ve sadece gelişmeleri izleyecekti. Belki de eli telefonun tuşlarına defalarca gidip gelecek, davranışlarını tutabilmek için beynine hükmetmeye çalışacaktı. Ne yapacağını bilmeden arkasına doğru uzanıp sessizce beklemeye başladı... Biliyordu ki bu bekleyiş uzun sürmeyecekti. Az sonra, başarısızlığının ortaya çıkışını düşünerek kendi halini gözlerinin önüne getirdi ve usulca doğruldu yerinden... Denedi. Ayaklarını hissedemeyip tekrar oturdu masanın başına.

Telefon çaldı bir kez. Açmadı. İkinci kez çaldı, yine açmadı. Üçüncü kez çalınca şansını denedi ve ahizeyi kaldırdı. ''Ne var?'' diye sordu. Karşıdan gelen cızırtılı bir ses ''Çocuğu bulduk,'' dedi. Joseph heyecandan titreyen elini zapt etmeye çalışırken ''Neredeymiş?'' diye sordu. ''Mısır,'' dedi adam. Joseph'in ensesinden soğuk terler dökülürken, olaya anlam yüklemeye çalıştı. ''İmkânsız,'' diye bağırdı, karşıdan herhangi bir ses gelmedi. ''Efendim,'' dedi bir süre sonra adam, Joseph'i sakinleştirmeye çalışarak. ''Bütün mobese kameralarını gece gündüz inceledik,'' diye devam etti adam kendisini savunarak. ''O çocuğu canlı istiyorum,'' dedi Joseph, dişlerini sinirden sıkarken. Avizeyi indirdi ve cızırtılı ses gitti.

Gül Yangını | Süleyman TapınağıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin