Yıkık çemberin kenarına çıkınca, aşağıdaki arazinin dört bir yanını uzaklara kadar görebiliyorlardı. İlerde, güneydeki ağaç kümeleri ve bunların gerisinde yer yer göze çarpan bir su ışıltısı dışında, arazi büyük ölçüde boş ve düzlüktü.
Kurgan gibi uzanan bir yol, arazinin tam ortasından geçerek ufukta kayboluyordu. Hemen onun ardında ise savaşmayı bekleyen kocaman iki ordu kılıçlarını biliyordu. Hz. Davud'un içinde bulunduğu kralın ordusu ile Calut'un hükmettiği zalim savaşçılar...
Ne yapacağını bilemiyordu Hz. Süleyman. Yetişmeli miydi babasına yoksa savaşı bırakmalı mıydı? Tarihi değiştirmek bu kadar kolay iken akışına mı bırakmalıydı yoksa? Kaderini terk edip kaçmak mı kolaydı yoksa ona karşı durmadan yürümek mi? Fırtınanın içine gitmek onu ölümden kurtarır mıydı?
Atından yavaşça indi Peygamber. Hz. Hızır'a bakarak ''Babama yetişmeliyiz,'' dedi masumca, sanki teyit eder gibi bir hali vardı. Hz. Davud'a destek olabilmek için yola çıkmıştı Peygamber ama görüyordu ki bu imkânsızdı. Olduğu yere çöktü, heybesindeki kavanozu çıkardı. Karınca halen içindeydi ve buğday tanesi görülemeyecek kadar az yenmişti. Yavaşça açtı kapağını, karıncanın dışarı çıkmasına müsaade etmişti böylece.
''Ne yapmalıyım?'' diye sordu karıncaya, fazla sözü uzatmaya gerek yoktu. ''İyi tanımalısın,'' dedi karınca. ''Kimi diye sordu?'' Peygamber meraklanarak. ''Yardım edeceğin kişiyi,'' diye yanıtladı karınca. ''Yoksa şüpheye düşersin.''
Haklıydı karınca. Peygamber büyüktü lakin küçük düşünüyordu. Karşısında duran kişinin acizliğini tatmalıydı ki kendi yüceliğini fark edebilsin. Gücün ve güçsüzün karşılaşmasıydı bu aynı zamanda. Hz. Süleyman ile karıncanın konuşması kral ile kölenin iletişimine benzemekteydi.
Elini kaldırdı Hz. Süleyman. Karıncayı gözlerine doğru yaklaştırdı ve ''Benim için bir hikâyen var mıdır?'' diye sordu. Karınca avcunun içinde iki tur attı ve anlatmaya hazırlandı. Sadece saniyeler sonra konuşmaya başladı:
''Bir süre önce Lokman Hakîm, Hz. Davud'un yanına vardı ve onun bir şeyler ile uğraştığını gördü. Ben de hemen köşeden izliyordum ki bilgileneyim. Hz. Davud, elindeki zırhı örüyordu, bu savaş için yapılan son hazırlıktı. Hz. Lokman, Hz. Davud'un elindeki zırhı görünce iyice telaşlandı ve hafifçe yanına yaklaştı. Ne işe yaradığını merak ediyordu, gözlerine bakınca anladım. Ama nedense hiçbir şey sormadı. Anlaşılan hikmet ehli olması ona engel oldu. Dilini tuttu. Davud aleyhisselâm zırhını bitirince ayağa kalktı. Onu giydi ve hemen sonrasında 'Harp için zırh ne iyi şey! Harp için zırh yapan insan ne iyi insan!' dedi. Amacı bir şeylere dikkat çekmekti. Sormadan sorusunun cevabını alan Lokman Hakîm de şöyle dedi: Sükût gerçekten bir hikmet imiş. Yazık ki onun kıymetini bilen azdır!''
Karınca yeniden kıpırdandı, artık söyleyecek bir şeyi kalmamıştı. Olduğu gibi hareketine devam etti, Peygamber'in avucundan inerek kavanoza geri döndü. Peygamber ne kadar ısrarcı olsa da, karınca bir daha çıkmadı dışarıya. Hz. Süleyman da el mecbur, kavanozun kapağını kapattı ve onu tekrardan heybesine yerleştirdi.
''Yiğidi öldüren, ayak sürçmesi değil, dil sürçmesidir,'' dedi Hz. Hızır. Peygamber'in suratındaki şaşkınlık onu bile rahatsız etmişti. Ve söyleyecekleri daha bitmemişti: ''İlim bir kemâldir, bir ziynettir. Sükût da selâmettir. Konuşmalarda sözü uzatmamalıdır. Sükût eden, konuşmayan pişmanlık duymaz. Fakat kişi konuştuklarından defalarca pişmanlık duymuştur.''
''Kimdir bu Hz. Lokman,'' diye sordu Peygamber. Çıkarması gereken dersi çoktan unutmuştu. Bütün merakı Hz. Lokman'a yoğunlaştı. ''Hazret-i Lokman, aynı zamanda hekimlerin piridir,'' diye cevap verdi Hz. Hızır ve ''Lokman Hakîm hazretleri Davud aleyhisselâm ile görüşüp ondan ilim öğrendi. Hz. Davud peygamberliğinden önce, hazret-i Lokman müftüydü. Davud aleyhisselâm peygamber olduktan sonra fetva vermeyi bıraktı. Sebebi sorulunca: 'Bana ihtiyaç kalmadı, feragat etmeyeyim mi?' buyurdu ve Davud Peygambere ümmet oldu,'' diye devam etti konuşmaya. Ona yakışır şekilde davrandı kısacası. Her zaman cevaptan fazlasını verirdi.
Ve birden kum taneleri savruldu etrafta, göz gözü görmez oldu. Peygamber ile Hz. Hızır ansızın yaklaştı savaşa. Arkalarında askerler belirdi, herkes Hz. Davud için ölmeye hazırdı. ''Nasıl,'' diye sordu Hz. Süleyman. ''Kararını vermiştin,'' diyerek yanıtladı Hz. Hızır. Hemen ardından parmağını uzattı ve Hz. Davud'u işaret ederek ''Hz. Davud ile Câlût'un orduları,'' dedi. İki ezeli düşman buluşmuştu yine. Amansız mücadelenin ateşi yakılmış, Antik Babil toplanmıştı İsrail ordularını devirebilmek için.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gül Yangını | Süleyman Tapınağı
Ficción histórica*Gül Yangını'nın altıncı kitabına dahil edilecektir. "Bazı sevgiler vardır; hiç ölmez, kısa zamanda saplantı halini alır. Bu sevgi kimi zaman bir kadına, kimi zaman bir spor dalına, kimi zaman bir müzisyene bazen de bir pipoya bile olabilir. Kitapla...