Sınıf yeni olmasına rağmen içinde anlatılanlar eskiydi, antik dönemi yansıtıyordu. Herkesin merak ettiği ama açıp da okumadığı tarihi... Dört beş yıl kadar önce alınmış bir tahta, profesörün kürsüsü ve arkaya kadar uzanan amfi bir salon... Boş sıra yoktu, o kadar ki pencerelerin pervazına konan kuşlar bile kulak misafiri olmak istemişti öğretmene. Bütün öğrenciler pür dikkat kesilmiş, profesörün ağzından dökülen cümleleri dinliyorlardı.
''Bundan binlerce sene önce yeryüzünün büyülü devirlerinde insan henüz üçüncü gözünü kaybetmemişken efsanevi bir Kral Peygamber yeryüzünün ve gökyüzünün efendisi olmuştu. Cinlere, insanlara ve hayvanlara hükmeden bu kral peygamber Hz. Süleyman'dı. Ve yetkisinin kaynağı olduğu sanılan güçlü bir mühür olan bu yüzüğü taşıdığı söyleniyordu. Fakat bir gün bu muhteşem yüzük çalındı. Süleyman sahip olduğu her şeyi kaybetti. Ve mührün yokluğunda geçen o acı günlerde kendisindeki asıl mührü Mühr-ü Süleyman'ı buldu,'' dedi tarih profesörü ve elindeki kâğıtları eskimiş tahta bir masanın üzerine koydu. Birkaç öğrenci elini kaldırmasına rağmen onlara aldırış etmedi ve anlatmaya devam etti:
''Hazineleri dillere destan olan üç semavi dinde de ismi haşmetle birlikte anılan biridir Süleyman. Hz. Süleyman, King Soloman, Peygamber Süleyman olarak anılır aynı zamanda. Ona bu özelliği veren dünyevi ve ilahi güçlere hâkim bir yönetici olduğu düşüncesidir. Aslında Kral Davud'un oğludur. Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerim'de hikâyeleri ve hayatı saltanatıyla bolca anlatılır.''
''Yüzüğe ne oldu,'' diye sordu bir öğrenci atılarak. Aslında bu bir saygısızlık olarak kabul edilebilirdi ama tarih hocası gülümsemekle yetindi. Birkaç adım attı ve öğrencinin bulunduğu sıraya çevirdi bakışlarını. ''Adın ne senin,' diye sordu profesör. Her öğrencisinin adını hafızasında tutamıyordu, beş yüze yakın öğrencisi olduğu düşünülürse bu olağan karşılanabilirdi. Aslında bu sayı eğitim verdiği üniversiteye göre oldukça azdı çünkü Oxford Üniversitesi'nin diğer bölümleri için konuşulacak olursa, öğrenci sayısı bine yaklaşıyordu.
''Adım Süleyman,'' dedi öğrenci utana sıkıla. Sesi koskocaman sınıfta yankılandı ve Doğulu aksanı açığa çıktı. Sınıftaki birkaç kişinin gülmesine neden olmuştu bu. İlk günden başının belaya girmesini istemediği halde, şimdiden düşman edindiğinin farkındaydı Süleyman. Yüzü kızardı, kararsızlığı çehresindeki çizgilere yansıdı ve soyadını söyleme ihtiyacı bile hissetmedi.
Ama profesör ''Nereden geliyorsun,'' diye sorunca Süleyman ''Mısır,'' demek zorunda kaldı. Eski anıları canlandı istemese de. Geçmişte yaşadığı bir takım güzel anıların ve mutlu anların etkisi arada dokunurdu halet-i ruhiyesine... Dalar giderdi bazen bir yerlere... Merak edersiniz o an, acaba şimdi nereye yolculuk ediyor diye... Öfkesi meltem rüzgârları misali... Ama şah damarına basıldığında kükreyen, avını parçalamaya hazır bir aslan sanki... Haksızlığa tahammülü olmayan savaşçı bir ruh saklıdır içinde... Yüce adalet divanı kamp kurmuş sanki yüreğinde...
Babasıyla oynadığı oyun geldi ilk aklına. Bir parkta... Her adımında tarih kokan, taşların ve ağaçların hal diliyle geçmişi andıkları bir yokuşta yer alıyordu. Masmavi huzura kavuşup kuş cıvıltılarının çayın kızıllığına büründüğü eşsiz manzarayı seyretmek parkı özel kılmıyordu. Orayı asıl paha biçilmez yapan, Süleyman Nasri'nin babası ile geçirdiği vakitti. Koştururlardı gün boyu, babası yakaladığı zaman oğlunu sorardı bir soru. Tarihle alakalı, genellikle Peygamberler ile ilgili. Eğer bilemezse ağlayana kadar gıdıklardı babası onu. Sonra kucağına oturtur ve bilemediği sorunun cevabını açıklayamaya koyulurdu ya da Hz. Süleyman'ın hikâyeleri... Zenginliğine ihtişam katışı, cinler ve hayvanlar dâhil olmak üzere herkese hükmedebilmesiydi Hz. Süleyman'ın hayatını cazip kılan. Tahtının kuvveti karşısında eriyiverir, gözleri karşısında diz çöker ve kişiliği karşısında darmadağın oluverirdiniz. Hz. Süleyman'ın kıssaları Nasri'nin kalbinin en derinlerine işler ve babasından aynı kıssaları dinlemekten hiç sıkılmazdı.
''Mısır'ı severim,'' diye karşılık verdi profesör dikkatleri üzerine çekmek isteyerek ama olayın üzerinde fazla durmadı. Yüzüğün hikâyesini anlatmak onun için daha önemli bir hadise gibi gözüküyordu ve yürüyerek konuşmaya devam etti:
''Süleyman Tapınağı'nın daha sonra Haçlı Seferleri sırasında Kudüs'te arandığı, Tapınak Şövalyeleri'nin yerini bulduğu ve kutsal bazı emanetlerle Avrupa'ya döndükleri iddia edilmiştir. Kimileri kutsal kadeh Graal'ı, kimileri Felsefe Taşı'nı, kimileri ise Mühr-ü Süleyman'ı bulduklarını düşünmüşlerdir. Tapınak, Kral Süleyman'dan sonra yağmalandı ve o zamana kadar Musa Peygamber'den beri nesilden nesle saklanan Musa Peygamber'in emaneti olan Ahit Sandığı'nı muhafaza ediyordu. Şimdi ise kimse nerede olduğunu bilmiyor.''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gül Yangını | Süleyman Tapınağı
Historical Fiction*Gül Yangını'nın altıncı kitabına dahil edilecektir. "Bazı sevgiler vardır; hiç ölmez, kısa zamanda saplantı halini alır. Bu sevgi kimi zaman bir kadına, kimi zaman bir spor dalına, kimi zaman bir müzisyene bazen de bir pipoya bile olabilir. Kitapla...