ÇORAK ARAZİLER

235 16 0
                                    

ÇORAK ARAZİLER

Bayram sabahı sabah ezanından önce kalkan ev ahalisi, erkekler bayram namazına yetişebilsinler diye saatlerini kuşluk vaktine ayarlamışlardı. Ramazan-ı Şerif sabrın sınanması, nefsin terbiye altına alınmasıyla bereket saçarak teşrif etmişti hanelere.

Camiden dönen erkekler hazırlanan mükellef bayram kahvaltısına keyifle ve şükran duygusuyla yerleştiler. Biri hariç, Selman dede başı eğik dolu tabağına bomboş gözlerle bakıyordu.

"Baba neden yemiyorsun, istediğin bir şey varsa hemen yapayım" diyen gelini Tuğçe, kocasından tarafa endişeli bir bakış attı. Her bayram sabahı şaşmayan bir döngüydü Selman dedenin ulaşılamayan, hazin buğranı.

"İstemem kızım sağ olasın" deyip odasında inzivaya çekilmek üzere kalktı masadan. Kursağından tek lokma geçmemiş, bir yudum sıcak çay ısıtmamıştı kavrulan boğazını.

Selman dedenin tek oğlu Fırat, karısına ve oğluna ithafen "Yıllar geçse de faydasız. En çokta bu bayram sabahlarında kötüleşiyor babam" dedi.

"Birazdan mezarlığa ziyaret için çıkar odasından, yine bizi yanında istemeyecek"

"Annemle aralarındaki derin muhabbeti bilmezsin karıcım, hiç şahit olamadın. Nasip olsaydı da keşke bir kerecik görebilseydin, işte o zaman babamın neden böylesine katmerli bir özlem duygusuna gark olduğunu anlayabilirdin" diyen Fırat, annesinin aziz hatırasını buruk bir tebessümle taçlandırdı. Annesi vefat ettiğinde Fırat, Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Fakültesi son sınıf öğrencisiydi. Son bir kez göremediği, son kez ana kucağına sığınamadığı için avutamıyordu yüreğini Yeri dolmuyordu elbet, ana gibi yâr olur muydu hiç!

Selman dede sadece bayramlarda mezarlık ziyaretlerinde giydiği takımı dolabından çıkartıp yatağın üstüne serdi. Gözleri dalgın, kalbi uzaklardaki bir dağın eteklerine dökülmüş kar gibi buğuluydu.

Yağanın köşesine güç bela yerleşti, yaşlılık belini bükmüş eski dirayeti, gücü kuvveti kalmamıştı. Çelimsiz vücudu bir lodosa takılıp, kasaba kasaba gezdirilecek hortlak gibi cansız, takatsizdi.

Bir parçasını yitirdiği bacağına soketi yerleştirip üstüne diz altı protezini taktı. On yedi yıl içinde yapay bir ayağa öylesine alışmıştı ki, sağlıklı günlerinde nasıl hissettiğini hatırlayamıyordu. Belki de hafızasının zayıflayışıydı unutmak, eskiye sünger çekip yeni yaşantısına adapte olmaktı.

İki dirhem bir çekirdek hazırlanıp, ceketinin ön cebine kolalı beyaz mendilini soktu. Odasından mahzun bir ifadeyle, omuzları kemik erimesinden dolayı öne kambur şekilde çıktı. Bir uzvunun eksikliğinden daha fazla yaralayıcı olan acılar bakiydi hayatta, Selman dede on yedi sene boyunca yandı yandı söndü, dağa taşa figan eyledi hasretini mamafih dindiremedi kesif sancısını.

Odasından çıktığında gelini ve oğlu üzgün ifadelerle baktılar yaşlı adamcağıza, 'bizde gelelim' demediler. Selman dede karısıyla hasbihal edip eve girdiğinde anca gidebilirlerdi ziyarete, aralarında sessiz bir anlaşma imzalanmıştı sanki. İki tarafta sessiz ve saygılı kalmayı yeğliyordu harflerle kazınmamış sözleşme şartlarına.

Bayramlıklarını giyinmiş torunu dedesinin sağlam bacağına sarılıp aşağıdan yalvaran gözlerle Selman dedesine baktı.

"Beni de götürür müsün dede, babaannem beni de özlemiş bekliyordur."

Kafası karışık halde oğlu ve geline bakan Selman dede, torunun içten dileğini geri çevirmek istese de yapamayacağını anladı.

"Çiçek almayı unutmayalım, yolda hatırlat bana" dedi. Başını sallayıp yumuşak saçlarını okşadı, henüz yedi yaşındaydı Can. Gelme dese darılır ağlardı. Çocukken daha masumdu yaşamak, elzemdi oyunlardaki mutluluk, sonsuzdu şekerli pamuk helvalar. Pirüpak, bembeyazdı sevmeler, doyulmazdı yağmura çamura. Ölümün metaneti yoktu, yasın rengi siyah değildi, her daim maviydi gökyüzü, umarsızca yaşamak mümkündü. Velev ki imkânı yoktu çocuk kalabilmenin, eninde sonunda o mertebeyi terk etmek zorunlu kılınıyordu benliğimize...

GERİDE KALAN MEKTUPLARHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin