Lucas King - Pain
•
Allak bullak aklımın, zaten pamuk ipliğine bağlı sağlığını kaybettiğini hissediyordum.
Düşünceler... Düşünceler öyle çoktu ki nefes almak bile ağır geliyordu şimdi.
Kar yağışı yüzünden okul üç gün tatil edilmişti. Bugün ise günlerden Pazartesiydi. Uykusuz ve sancılı geçirdiğim koca bir gecenin ardından şimdi çalışma masamda oturmuş, o geceden beri aklımdan çıkmayan gözleri resmediyordum.
Onun kocaman ve dolu dolu bakan gözlerinde kurulu bir ütopyada yaşıyordum sanki. Onun gözlerine taşımışım da hayatımı, o gözlerden tepe taklak düşmekten korkuyormuşum gibi.
Korkuyordum. Korku o kadar yoğundu ki, artık gerçekten hiç uyuyamıyordum. Yemek yiyemiyordum. Dans edecek halim bile yoktu. Tamamen tükenmiştim. Son yüzdelerini kullanan bir telefonun tükenmiş bataryası gibi hissediyordum artık. Üstelik dün geceden beri ciğerlerim de ağrıyordu. Nefes alışverişlerim canımı yakıyordu.
Okula nasıl devam edeceğimi düşünüyordum bir yandan. Hayalimi yaşamaya devam edebilmem için önce toparlanmalıydım fakat gün geçtikçe kötüleşiyordu durumum.
Korkuyordum dedim ya, korkuyordum. Jackson'dan korkuyordum. Varlığına alışmaktan ve yine terk edilmekten korkuyordum. Hatta sanırım, bana değer veriyor olabileceğinden korkuyordum.
Eğer bana karşı en ufak bir sevgi kırıntısı varsa kalbinde onun ağırlıyla başa çıkabilir miydim? Bilmiyordum. Bu o kadar ezici bir duyguydu ki, kimselere anlatamıyordum.
Aşıktım. Hayatımda ilk defa gerçekten iliklerime kadar aşıktım. Belki de onun gibi bir adamı sevmeye bile hakkım yoktu şu hayatta ama aşıktım, suçumu kabul ediyordum.
Korkutan da buydu ya...
Hayatımdaki herkesten ve her şeyden daha fazla sevdiğim bir insan vardı şimdi. Onlarca insan tarafından terk edilmiş olmam bir yana, bu kadar severken terk edilmenin ağırlığı ile yaşayamazdım ki.
Ondan uzaklaşmaya çalıştıkça saplanıyordum o çukurun dibindeki çamura. Onsuz nefes bile alamıyor gibi hissederken, yine onunla boğuluyordum korku denizinin dibinde.
Kalemi bırakıp saçlarımı avuçladım. Düşünmeyi durdurmak istiyordum artık. Oturduğum sandalyeden kalktım ve gücü çekilmiş bacaklarımla cam kenarına yürüdüm. Kenarına oturup kocaman kar tanelerinin, beyaza bürünmüş bahçeye düşüşünü izledim bir süre.
Göz kapaklarımı taşıyamayacak hale gelene kadar oturdum camın kenarında, sonra ayrıldım cam kenarından. Ayaklarımı sürükleyerek yürüdüm mutfağa, hazır bir pirinç paketi alıp mikrodalgaya koydum. Yanına ise bir küçük tabak kimchi çıkardım. Tadını alacağımdan değildi. Mecbur olduğumdan yiyecektim daha çok. İlaç içmem gerekiyordu çünkü.
Zar zor da olsa yemek yedikten sonra ilaçlarımı içtim ve salona geçtim. Koltuğa uzanıp gri kalın battaniyemi üstüme örttüm ve televizyonu açtım.
Kanalları gezindim ama güzel hiçbir şey yoktu.
Öylesine bir kanalda durup kumandayı sehpaya koydum ve sırt üstü uzanıp haftaya başlayacak finallerimi düşündüm.
Çalışmamıştım. Çalışamamıştım.
Dans edecek, şarkı söyleyecek, beste yapacak gücüm yoktu. Gözlerimin çaresizlikle dolduğunu hissettim. Ağlamak istemiyordum.
Ağırlaşan göz kapaklarımı tutmayı bırakıp, gözlerimi kapattım ve gözlerimin perdesine düşen o gülümsemeye tutundum.
Tanrı, gözlerimin perdesinde bana gülümsüyordu.