Eve geldiğimizde bir an arabadan inmeye çok üşendim, oflaya poflaya arabadan inip ayaklarımı sürte sürte kapıya doğru ilerledim. Annem çantasının içinde anahtarı bir kaç dakika aradıktan sonra değerli bir şey bulmuş gibi ona baktı ve kapıyı hızlıca açtı ben kenardan seri bir şekilde içeri girdim. Odama doğru maraton koşarak yatağımın üzerine mükemmel bir atlayış yaptım. Şuan tek istediğim şey rahatça dinlenmek ve aklımdan bazı şeyleri çıkarmak.
Aklımda ki küçük radyomdan bir şarkı açtım ve kendi kendime mırıldanmaya başladım. Bu şarkının bir türü veya söyleyin yoktu, bu şarkıyı dinlemek için sadece gözlerinizi kapayıp derin bir nefes almanız yeterliydi. Bu şarkının adı bazen 'Hayat' bazen de 'Ölüm' olurdu ama tek ortak noktaları kimin dinlediği değil kim için dinlediğiydi. Benim küçük radyom böyle çalışır işte. İçimde ki keder, mutluluk, hüzün, acı bu radyonun çalışmasını sağlar.
Hayat da bu radyo gibi aslında, sesinin duyulması için ya bir acıya, ya bir kedere ya da bir hüzüne ihtiyacı vardır. Bugün kim duydu küçük bir kasabada yaşayan bir insanı mutlu eden her hangi bir kişinin ismini? Ya da böyle bir olay olduğunu kim duydu? Hayat sadece kötülüklerden ibaret olan hurafe topluluğu muydu yoksa hayat bütün acıları yaşayan için bir cehennem, yaşatan için bir cennet miydi?
Bazen soruyorum kendi kendime; cevabı olmayan sorular neden bu kadar beynimin içinde yer kaplıyor. Aslında bu sorunun da bir cevabı yoktu. Zaten şarkıda da geçmiyor mu “Sustu bu gece, karardı yine ay kaldı geriye cevapsız sorular...” burada her zaman susan bir gece, hiç bir zaman aydınlanmayacak bir ay vardı. Bunlar zihnimin derinliklerinde sıkışıp kalmış, bir nilüfer kadar narin duygular ve içinde ki tilkiler gibiydi. Peki aşk, bu sıkışıklığın neresinde yer alıyordu? Aşk burada uçsuz bucaksız bir yolun sonunda kaldırımın arasından çıkan küçük bir çiçek gibi, hayata tutunma ihtimali mucize eseri olan bir etkendi çünkü hayat siz kendinizi göstermediğini sürece açılamamaya mahkum kalmış bir Pandora kutusu gibi olurdu.
Kısacası aşk cevapsız bir soruya yanıt aramak kadar meşakkatli, kimsesiz bir ağacı sahiplenmek kadar masumdur.
Annemin içeriden gelen “Aryaaa! Hadi yiyecek bir şey falan hazırla, ben çok yoruldum kızım. Hadi annesinin kelebeği.” sesi ile daldığım bütün güzel hayallerim pıt diye ortadan kayboldu. Annem bana kelebeğim mi demişti? “Kelebeğim mi? Anne ben o bildiğin kızlarına benzemem. Tamam mı?” diye bağırdım ona karşılık. Annem gibi bende çok açtım ve gerçekten birinin kalkıp bir şeyler hazırlaması gerekiyordu. Arka cebimde yaşam mücadelesi veren telefonumu aldım ve rastgele bir şeyler aradım yemek için. “Ayy şimdi böyle bol bol kaşarlı bir tost olacaktı, ya da mükemmel bir pizza. Ayy yok yok şey olsun, şey... HAMBURGER!” daha çok acıktığımı kendi kendime konuşurken anlamıştım. Mutfakta bir şeyler hazırlayacak bir gönüllü olmadığı için en iyi kararın sipariş vermek olduğunu düşündüm ve ortaya karışık bir şeyler söyledim. O sırada kedim Light yanıma atlayıp yatağın üstüne tırnaklarını geçirmeye başladı, biraz daha devam ettikten sonra poposunu bana dönerek uyudu. “Sen de mi bana yüz vermiyorsun?” dedim elimi onu sevmek için uzatarak. Ensesini mıncıklamaya başladıktan sonra mırıldandışları kulağıma gelmeye başladı.
Oturduğum yerden kalkıp ayaklarımı sürte sürte annemin yanına gidiyordum. Ellerimi soğuk duvara sürterek içimde oluşan ufak titremeye aldırış etmeden ayaklarımı sürterek ilerlemeye devam ettim. Perdeleri kapalı olan Salon gözüme çok kasvetli gelmişti bir anda. Perdenin köşesinden sızan ışık tüm gerçeklerin içerisinde duran mutluluklarım gibi duruyordu. Yanlız ve cılız... Derin bir nefes aldım ve tekli koltuklardan birine yayılarak oturdum. Annem hâlâ neler aldığına bakıyordu kendi kendine. “Şu sana da olur aslında.” dedi kendine aldığı kazağı üstüme doğru tutarak. “Anne, seninle aramızda bir ben daha olduğunun farkında değilsin sanırım.” dedim sırıtarak. Annem elinde ki kazağı suratıma doğru attı ve “Ne varmış aramızda! Alt tarafı 2-3 kilo fazlam var, niye abartıyorsun be!” dedi elleri ile kendini göstererek. Sanırım biraz daha annemle uğraşırsam başıma taş yağacak. “Sen o 2-3 kiloyu sıfır eklemeden niye söylüyorsun yaa.” dedim ve elimde ki kazağı ona doğru atıp yerden terliği almasını engellemek için. Seri bir şekilde geldiğim yere geri dönmeye gayret ettim. Odama geçip kapıyı annem arkamdan gelmesin diye kitledim ve kendimi yatağıma attım. Koridordan annemin yüksek ökçeli terliklerinin sesi yankılanıyordu. Kapımın önüne gelip kilitli olduğunu anlayınca intikam almak için elinden geleni yapmaya başladı. “Arya aç şu kapıyı yoksa daha kötü döverim.” içimden bir ses kapıyı şuan açmam gerektiğini söylüyordu ama biraz daha direnirsem pes edip gideceğini biliyordum. “Ne yani! Yalan söyleyip cehenneme mi gitseydim Mücella hanım? Bunu mu istiyorsun?” dedim yangına körükle gittiğimi fark ederek. Annem daha hızlı bir şekilde kapıya vurmaya başladı ve “Baban gelsin her şeyi anlatıcam artık. Yeter, arkanda var bir hizmetçi toplasın, yemek yapsın. Artık yemek de yapmayacağım zaten, aç kalın. Baban baksın artık sana, yeter.”dedi klasik söylenme cümlelerini kullanarak. “Zaten dışarıdan söyledim yaa, birazdan gelir. Yeriz.” dedim ve annem aniden ses tonunu değiştirerek “Ne söyledin kız, ay çok da acıktım.” her kadının zayıf noktalarından biri de yemektir. “Tamam sen git ben biraz moralimi bozup sonra size hiç bir şey yokmuş gibi davranma rolleri yapıp geliyorum.” dedim. Annem çok normal bir şey demişim gibi “Ayh tamam geç kalma.” dedi ve topuklu terlikleri ile geldiği yere geri gitti.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
FARAZİ
Fiksi RemajaGözlerimi kapatmak istiyorum, ne gerçekleri görmek ne de hissetmek istiyorum artık. İçime atmak değil hayata gözlerimi yummak istiyorum. Ben, bu savaşı kaybetmek istiyorum...