Bölüm Şarkısı: Fleurie - Soldier
"Öyle sessizce öldüm ki defalarca, hiçbir zaman anlaşılmadı yokluğum." Ümit Yaşar Oğuzcan
Telefonuma yollanan konumu kontrol ettim bir kez daha. Varmam gereken adresin bir sokak gerisindeydim. Akşamüzeri saatlerinde hava ılıktı. Bahar mevsiminin tatlı rüzgarları normal bir günü daha bitirmek üzere olan insanlar için umut olmuş esiyordu. Benimse üzerimde Atlas'a ait bir tişört ve kendime ait uzun kollu bir hırka varken içim titriyordu. Sokağın sonuna gelince köşeyi döndüm. Navigasyonda yuvarlak sembolün işaret ettiği noktaya elli metre mesafedeydim artık. Ayaklarım geri gitse de dümdüz devam ettim. Bir binanın önüne geldim. Yaklaştı adımlarım benim yerime. Ben hiç yaklaşmadım oysa. Zillerdeki isimleri kontrol etti gözlerim. Ben aslında görmedim. Bir zili çaldı parmaklarım. Ben hissetmedim.
Tunç'un sokak kapısını açmasını, sonu belirsiz bir ameliyata girecek bir hastanın ameliyat saatini beklediği gibi bekledim. İnsanı ürperten bir sesle açıldı kapı. Asansörü es geçerek süreyi biraz daha uzatmak adına merdivenlere yöneldim. Bir apartman boşluğu ve seksen altı basamak sonra aralık kapının pervazına kolunu yaslamış halde gelişimi bekleyen Tunç'la göz gözeydim.
"Hoşgeldin." dedi dostane bir tavırla. "Asansörü neden kullanmadın?"
Sadece omuz silktim.
Sevdiğim adamın eve dönmesinden bir hafta önce beni ayağına çağırışında sempatik bir tavır aramak yersizdi. Tunç'tan bana iyilik, sağlık, esenlik gelebileceğini düşünmüyordum. Dolayısıyla dostmuşuz gibi yersiz yakınlıklara gerek yoktu. Duvar gibi bir suratla, benim için açtığı kapıdan içeri girdim. Eliyle yönlendirdiği salona doğru ilerledim. Gözü üstümde beni incelediğinin farkındaydım. Ne görüyordu acaba? Bana sorarsa eğer ben boğuluyordum. Kendi içimde bir fırtınanın içindeydim.
Tunç'un evi Atlas'la yaşadığımız evimizden büyüktü ve soğuk bir modernlikle dekore edilmişti. Evlerin, sahiplerinin kişiliğini yansıttığı teorisini doğrular bir havası vardı. Soğuk, modern ve elbette şık. Herşey iki rengin tonlarından ibaretti: Koyu gri ve bej. Koltuklar, duvarlar, televizyon ünitesi koyu renklerdeydi. Zemini kaplayan parkeler, halı, orta sehpa ve perdeler ise açık renkti. Üçlü koltuğun orta yerine oturup tam karşımdaki televizyon ünitesinin altında yanan bir şömine gibi gibi parlayan alevlere baktım. Gerçek değil görsel bir yanılsamaydı. Alevlerin canlı rengi ve derinliği ilk anda gerçekmiş hissi yaratıyordu. Bakışlarımı takip eden bakışları nereye dikkat kesildiğimi farketti.
"Görsel algı yanılması." dedi düşüncemi doğrulayarak. "Her gören gerçek sanıyor. Yarattığı etkiyi seviyorum."
"Seversin tabi. Yanılsama yaratmak senin işin ne de olsa." dedim.
Hafifçe gülümseyerek yanımdaki koltuğa oturdu. Fazla yakın değildi, uzak da sayılmazdı. Kuzguni bakışları yeşil gözlerimle eşleşti. Senin de işin, diyebilirdi, üstelik haklı olurdu. Demedi.
"Görüşmeyeli nasılsın?" diye sordu. Tavrı hem ciddi hem rahattı. İkisini aynı anda becerebilmek son derece ona hastı, artık şaşırmıyordum. Nefretiyle yoğrulmuş zırhından alıyordu bu gücü. Farkındalık eşiğini geçmekten kaynaklanıyor olsa gerek ben de rahattım. Hafifçe arkama yaslanıp bacak bacak üstüne attım.
"İyiyim." dedim.
"Bir şey içer misin?" diye sordu.
"Sigaran var mı?"
"Normalde evin içinde içmiyorum ama senin için bir istisna yapabilirim." diyerek yerinden kalktı.
Ben de normalde sigara içmiyordum zaten istisnam ona hastı. Elinde bir şişe viski, iki kadehle geri geldi. Sigara paketini cebinden çıkardı. Uzattığı paketten bir sigara çektim. Uzandım ona doğru, sigaramı yaktı. Bir tane de kendine yaktı. İkimiz de aynı anda zehri ciğerlerimize çektik. Gözlerini üzerimden ayırmadan önünde duran şişeye eğildi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
POBEDA
General Fictionİpek ve Atlas. İki ünlü dağcı, sıkı dost, hayata ve kadere ortak iki babanın çocukları. Sekiz yıl önce; dünyanın en zorlu 7000'liği kabul edilen Pobeda dağı tırmanışı İpek'in babasını hayattan aldığında, küçük kız henüz on yaşındaydı. Yıllar sonra...