Olcay'dan
Hava kıçımızı donduracak soğuklukta olduğundan mecburen sınıfta toplanmıştık. Hatta bizim sınıf daha küçük olduğu için 10-A'da toplanmaya karar vermiştik. Bu da bizim sınıfta büyük bir tepkiye sebep olmuştu. Onlar küçükmüş de biz niye onların ayağına gidiyormuşuz da...
Klasik şeyler işte.
Gereksiz egomuzu tatmin edeceğiz ya, erkeklerin elleri ceplerinde, kızlarınki de göğüslerinin altında çaprazlanmış vaziyetteydi.
İçimizdeki dolmuştaki yaşlı teyzeleri zar zor bastırdık, aksi hâlde çocuklara dik dik bakıp “Terbiyesizler! Büyüklerine saygısı kalmamış bunların! Cık cık!” diyecektik. Arkadaşı olanlar onların yanına gitti. Kızlar bazen kucak kucağa oturup yer açtı ki başkası boş yere otursun. Kalanlar olarak da müsait bir köşe bulup yaslandık. Bense izbandut gibi sınıf kapısının oradaydım. Ekürim Kerem de hemen yanımda. Başkanlar, öğretmen masasının orada... O zaman fark ettim ki bu sınıf, geçen gün dersine girdiğimiz sınıftı; hatta ve hatta, küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk spor başkanı, sınıf başkanıydı.
Uğultuların kesilmesi için boğazını temizlese de kimse onu takmadı.
“Bitirdin kızı, bitirdin.”
Bakışlarımı Kerem'e çevirip “Ne saçmalıyorsun?” diye tısladım. Ulan biri duyacak, yanlış anlayacaktı.
“Sonra konuşuruz.” diyip piç gülüşü attı. Ah, ben de bir yumruk atacağım da görecek şerefsiz!
“Burayı dinleyin artık.” Selcan'ın sesiyle hepimiz oraya döndük uğultu azalarak yok olurken.
“Grupları belirleyeceğiz. Tek kişilik yarışmalar için belirledik katılımcıları. Çiğ köftede Baran,” diyip eliyle Baran'ı işaret etti. “Abi, kalk da endamını görsünler.” diyince biz gülerken Baran somurtarak kalktı ve hiç çekinmeden Selcan'a küfretti. Biz kahkaha atarken Selcan gevşek bir şekilde bir şeyler anlattı.
O esnada, elindeki dosya ile gülüşünü gizleyen başkana takıldı gözüm. Hırkasının kolunu parmaklarındaki ortanca ekleme kadar getirmiş şekilde tatlı gözüktüğünü kimse inkar edemezdi.
“Sırtta taşıma işini de Olcay yapacak. Var mı daha irisi? Koçum gel şöyle de boyunu posunu görsünler.”
“Siktir lan!” diye tıslayıp olduğum yerde huzursuzca kıpırdandım.
“Bizden en zayıf Jale. Jale, yavrum kaç kilosun?”
“Herkesin içinde kilomu söyleyecek değilim, aptal. Onlardan kimse, çıksın. Göz kararı karşılaştıralım işte.” Trip moduna girip kollarını göğsünün altında birleştirip homurdandı.
Başkan, elini kaldırıp “Benim.” dedi. Genel olarak şöyle bir geldi gitti bakışlar ikisi arasında.
“Sanırım tartışmaya gerek yok.” diyip kahkülünü düzeltti sanki bozulmuş gibi ve ince çerçeveli, yuvarlak gözlüğünü işaret parmağı ile yukarı çıkardı ama bu süre zarfında, Fatma Girik, göğsüne taşı nasıl bastırdıysa o şekilde bastırdığı dosyayı, hiç bırakmamıştı.
Dudaklarını bastırdı gülmemek için ve “Evet, öyle, başkan.” dedi Selcan. Jale de kilosunu söylemeyecek olmanın verdiği rahatlıkla derin bir oh çekip oturdu.
Her iki sınıf yarışmacılarını belirttiklerinde en zor olarak koşu ve voleybol için adam seçtik. Herkes ne yapıp ne yapamayacağını, daha önce yapıp yapmadığından bahsetti ve nihayette oyunculara karar verildi. Antrenman konusu tartışıldı. İp atlayacaklarla aynı günler birkaç antrenman koydular. İsteksiz bir sınıfa göre fazlaca ciddiye almıştık bence.
Her şey konuşulduktan sonra sınıftan çıktık.
******
Kahrolası bir pazartesi daha canımızı okuyordu. Zil hepimiz için büyük bir müjde olurken hızla sınıfın boğucu havasından kurtulup kendimizi kantine attık. Hemen boş masanın birine kurulduğumda telefonu çıkarıp mesaj olup olmadığına baktım.
Malum şahıstan hâlâ bir haber yoktu.
Neyse, ben demiştim işte. Ergenlerin hevesi aşk sanma hastalığı... Telefonu neredeyse fırlatırcasına atıp ellerimi ceplerime soktum.
“Hayırdır?” diyen Selcan'a yok bir şey manasında kafamı iki yana salladım.
“O öyle. Var bir mesele ama anlatmak yerine dut yemiş bülbüle dönmeyi yeğliyor.” Kerem'e göz devirip önündeki kahveyi aldım.
“Amk! Gidip kendin al, pezevenk herif!” Dudağım çoktan değdiği için içmezdi de, yani benim olmuştu kahve. Küfrederek yenisini almaya gitti.
O sırada bize doğru gelmeye başlamıştı mini boy başkan. Hakikaten boyu kaç bunun ya?
“Balınııım,” diyen sese dönüp baksa da bi' dk işareti yaptı ve yanımıza geldi. Diğer çocuksa hiç de bunu sikine takmadan yanımıza gelip kolunu başına dayadı.
Ona attığı sinirli bakışa gülümsedim istemsizce.
Kabullense kısa boyunu böyle olmazdı.
“Hoca haber verdi de,” diyip Selcan'a hitaben konuştu. “Koşu yapılmayacakmış. Onu söyleyeyim, dedim.”
Kafasını salladı. “Peki, bana telefon numaranı ver de-”
Ellerini vücuduna sarıp geri çekildi hızlıca. “OHA! Niye?” diye heyecanla bağırdı.
Selcan da istemsizce kaşını çatıp biraz geri çekildi. “Sadece haberleşmek için. Boşu boşuna sürekli birbirimizi bulacağız diye uğraşmayız.”
Vücudu tekrar eski hâline döndü. Rahatlayışını dışarıdan zorlanmadan fark edebilirdiniz.
“Hımm... Peki... Tamam...” Sesi giderek düşerken beynimde çarklar dönmeye başlamış, jetonun düşen sesini duymuştum.
_______________________________________
Sizin hafizanin milyonda birini bana verebilir miyiz, Olcay Beycigim?
Birkac gun bolum olamayabilirse uzulmeyin.
Simdiden huzurlu, musmutlu, saglikli ve boooool parali bir yil diliyorum sizlere. 🎈
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Klavye Delikanlısı | Texting
Short StoryBilinmeyen Numara: İyi günde, kötü günde, hastalıkta, sağlıkta benimle evlenmeyi kabul ediyor musun Olcay Ozan? Olcay: Hayır. Bilinmeyen Numara: Kestik, kestik. Bilinmeyen Numara: Napıyosun, Olcay? Burada evet demen gerekiyordu. Bilinmeyen Numara:...