Modern anlamda ilk “istihbarat” çalışmalarının Kraliçe I. Elizabeth'in tahta bulunduğu sıralarda başladığı iddia edilir. Çünkü bu dönemde, ilk kez bir “casusluk ağı” kurulmuş ve bunlar, ancak şeflerinin anlayabileceği ya da çözebileceği şifreli mesajlarla haberleşme işine önem vermişlerdir. İstihbarat biriminin başına Francis Walsingham'ı getiren I. Elizabeth, dönemin etkili Avrupa merkezlerinde de çeşitli operasyonlar, müdahaleler, manipülasyonlar ve hatta suikastler düzenleme işine belirli bir önem atfetmiştir. I. Elizabeth'i buna yönlendiren sebep de, kendi hayatına kastedecek hamlelerden ve suikastlerden önceden kaçınabilme isteğiydi.
Ancak onun hayatına kasteden hamlelerin nedeni, tam da Papalık kriziyle başka bir açıdan alakalı bir meseleden dolayıydı. Onaltıncı yüzyılın ikinci yarılarından etkinlik kazanmaya başlayan I. Elizabeth'in “casusluk ağı”, Avrupa çapında yaygınlaşmaya başlayan protestanlığın etkisiyle hızlı bir biçimde protestanlaşmış İngiltere'de bir protestant kraliçenin tahtta oturuyor oluşuydu. Birisi Katharlar'ı yok ederek ve diğeri de Yahudileri kovarak kendi milli birliklerini kurma aşamasında olan İspanya ve Fransa gibi ülkeler, İngiltere'de protestan bir kraliçenin başta olmasını kabul edemiyordu. Ancak, her ne kadar İngiltere protestanlaşma yoluna girmişse de, topraklar ve iktidar gücü halen Katolik aristokrasinin de elindeydi. I. Rlizabeth Fransa ve İspanya gibi ülkeleri, onların kraliyet ailelerinden bir prensle evlenebileceği vaadiyle biraz olsun oyalamışsa da, bunun bir taktik olduğu çok geçmeden anlaşılmıştı. Bu ülkeler, VIII. Henry'nin büyük kızı olan İskoçya Prensesi Mary'nin, büyükannesi vasıtasıyla, tahtın gerçek mirascısı olduğu gibi bir kozu da kullanarak, I. Elizabeth'i alaşağı etmeye çalıştılar. Ülkedeki Katolik aristokrasi de, bu koza teşneydiler. Ancak Elizabeth, Mary'yi, kendisine karşı komplo kurmak suçundan hapse atmıştı. Dolayısıyla onu hapisten kurtarmak gerekiyordu ve I. Elizabeth, Katolik ülkelerin baskısı, ülkedeki aristokrasinin emelleri ve Mary'nin tehdidinden korunmak amacıyla, sıkı bir “casusluk ağı”na ihtiyaç duymuştu. Yani, Francis Walsingham'ın amacı, bütün bunlara karşı “istihbarat”la engel olmaktı. Hatta ortada İspanya'nın İngiltere'yi işgal etmesi ihtimalinden bile sözediliyordu. Bu ağ vasıtasıyla buna engel olunmakla kalınmadı, ayrıca İngiltere'nin Katolik olmayan bir ülke olarak düğerleri yanında bir “güç” olması da sağlandı. Ama bir kez kurulan “casusluk ağı” da, başka zamanlarda ve başka yerlerde sürekli olarak işe yaradı. Casuslar arasına, şairler ve oyun yazarlarının da alınmasından çekinilmedi. Sheakespeare'in en büyük rakibi olduğu söylenen Christopher Marlowe'un bile bu ağın bir parçası olduğu ortaya çıktı.
Son yıllarda ortaya atılan bir çok gizli oluşumun, halen devam etmekte olan bu iktidar mücadelesinin bir parçası olarak kullanıldığını söylemek mümkün. Yakın zamanlarda Opus Dei'nin tekrar gündeme gelmesinden, İtalya'da Aldo Moro'nun öldürülmesi ve hatta Papa I. John Paul'un kuşkulu ölümü ile akabinde Doğu Avrupa ülkelerinin Sovyetler Birliği'nden kopmasında büyük etki sahibi olduğu söylenen II. John Paul'ün seçilmesine kadar bir çok olayın arkasındaki “sır perdesi” ya da İtalyan P2 Mason locasının, etkinliğini giderek artırması gibi gelişmeler, hep bu “güç” mücadelesinin bir devamı olarak okunabilir. Orta Çağlar'dan çıkıştan sonra gerçekte olmayan, ama varmış gibi haklarında yığınla bilgi üretilen bir çok gizli cemiyetten bahsedilmesinin arkasında da benzeri bir güç mücadelesinin varlığından bahsedilebilir. Mesela, kimisi tarih boyunca etkili olmuş bir “Priory of Sion”nden (“Sion Rahipliği”nden) bahsederken, bir diğeri de onun ancak 1960'lardan beri mevcut olduğunu aynı inandırıcılıkla ve benzer kanıtlarla ileri sürebilmekte. Hatta, Leonardo gibi bir isim, “Sion Rahipliği”nin eskiden beri var olduğunu söyleyenler için onun bir lideri olurken, “Sion Rahipliği”nin şimdi şimdi var olmaya çalıştığını söyleyenler için ise, aynı rolü bu kez farklı bir tezle yerine getirebilmekte.
Ama bu olanların kendilerine karşı birer “komplo” gibi değerlendirilebileceği kesimlerin de eli temiz değil. Torino Kefeni hakkındaki iddialar, Opus Dei, Vatikan içinde yaşananlar, geçmişte Katharlar ya da Yahudilerr'e yapılanlar gibi sayamıyacağımız kadar çok mesele mevcut. En önemlisi de, I. Elizabeth döneminin farklı bir veçhesi gibi görünebilecek iddialar ortaya atanların, Leonardo'yu, kendi istedikleri gibi sunma açısından Papalığın geçmiş suçları, hayli kabarık.
Bir de bunlara Batı'nın hep mirascısı olduğunu söylediği geleneklerle arasında derin anlayış farklarının bulunduğu meselesini eklersek, “simya”, “hermetizm” gibi konuların nasıl tedavüle sokulduğunu daha iyi anlarız. Bu açıdan, Leonardo hakkındaki önemli iddiaları özetlediğimiz bu kitapçıkta, bu iddiaların Leonardo hakkındaki iddialar gibi değil, başka türlü; şifreleri geçmişte olan, şimdi de çözülmesi gereken şeyler olarak değil, geçmişe atfedilen, aöa şifreleri çözüldüğünde bugüne ışık tutacak şeyler olarak okunmasında fayda var.
Bu anlamda, Leonardo'nun “Yahyacılık” gibi bir oluşumun bir üyesi olarak değerlendirilmesi, Katolikliği zayıflatmak isteyenlerin bir “numara”sı olabilir ancak. Ama zayıflatılmak istenilen Katoliklik de bu güç savaşının ortasında hiç de masum değil. Çünkü hem geçmişte ve hem de günümüzde, rakiplerine önemli kozlar verecek denli, kendi “güç” oyunlarına göre bir tasarıma imza atmış bir “klik”. Leonardo'yu “Yahyacılık”ın değil de “Sion Başrahipliği”nin bir lideri yapmaya çalışanlar da, bütün bu tasarılar ortasında buldukları gedikleri doldurarak geçmişi ve günümüzü yeniden dizayn etmenin bir çabasından başka bir çabayla uğtaşmıyorlar. Bu arada ise, kaynayan, Batı'nın daha sağlam temelleri oluyor. “Gül-Haçlar”ın “Gül-Haççılar”a döndürülmesi ve hala etkin olduklarının, hatta Leonardo'nun onların da bir üyesi olduğunun iddia edilmesi, bunun bir göstergesi.
Bu durumun başka bir örneğini “kase” hadisesinde de görüyoruz. Kökeni İncillere dayanan, ancak Avrupa'daki çeşitli geleneklerin elinde başkalaşa başkalaşa asli konumundan çıkarılan “kase”, sanki Francis Walsingham'ın eline düşmüş şifreli bir mesaj gibi, deşifre edilmeyi bekleyen bir çok meselenin ana odağına yerleştirilmiş durumda. Ama aynı “kase”, tıpkı Torino Kefeni gibi, asıl hak sahibi olduğunu iddia edenlerin de elinde bir “şifre”den başka bir şey değil. Dolayısıyla, İncillerden yola çıkan iddialar da, buna itibar etmeyip farklı kanallar arayanların iddiaları da, birbirisinin aksi yönüne gitmelerine rağmen, bir simetrisinden ibaret. Leonardo ise, sanki bu “şifreler”in taşındığı bir araç durumunda.
Leonardo'nun bir “simyacı” olduğu iddiaları ise, sanki bütün bunlar sahne alsın diye ortaya oluşturulmuş bir sahne-düzenlemesinden ibaret. Çünkü “simyacı” olan bir Leonardo, herhalde arkasında bunca söylenti bırakmazdı geriye.
Öte yandan, bu “numaralar”ın ve “şifreler”in üzerinden döndüğü Leonardo şahsiyetinin de bir “numara”sı olduğunu kabul etmek gerek. Ama bu “numara”, çalkantılı bir dönemde, çalkantılı bir aile ortamında doğmuş olmasının; bunun getirdiği yalnızlık ve arayışın; meraklı ve hatta tecessüse varan bir zihin yapısına sahip olmanın; hamilerinin uğraşlarıyla uyum içinde olan işler ortaya koyma gerekliliğinin “numara”sından; yani, “fani” bir insanın, içinde bulunduğu şartlardan da yararlanarak ortaya koyabileceği “numara”lardan başkaca bir şey değil. Eğer Leonardo bir takım oluşumların üyesi ise, eğer tablolarında bir takım “simgeler” ya da “işaretler” varsa, eğer diğer uğraşı alanlarında da bunların “iz”i varsa, bütün bu “numara”lar karmaşasında onu tespit edebilmemiz ise artık çok güç.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İlluminati 2: Tarih ve Siyaset
No FicciónSiyaset, tarihin yazılmasında büyük rol oynar. Bu yüzden tarih ile siyaseti aynı kefende tutmak yanlış değildir. Bende buna dayanarak, tarihde bilinen bazı siyasi olayları sizinle paylaşacağım.