22.BÖLÜM

42 8 11
                                    




JOSEPH

Hafızamı silme yeteneğim olsa şu an kullanırdım. Dışarı çıktığım sayılı zamanlarda bunu dilerim.

Malikanenin bahçesi tüm kuşlara ev sahipliği yapıyordu ve onlar da bu durumdan memnun olmalılar ki ince notalarıyla adeta konser veriyorlardı. Buranın Andrew gibi birine ait olması ve hiç de dışarıdan göründüğü kadar huzur verici bir yer olmaması üzücüydü. Bahçenin yüksek sayılabilecek kesiminde oturuyordum ve bolca bulduğum oksijenle akciğerlerimi doyuruyordum. Bulunduğum konumda gelen geçen arabaları izlemekse başka bir aktivitemdi.

Çakıl taşlarının yer değiştirmesiyle oluşan ses beni arkama dönmeye zorladı. Gelen Bill'di. Buraya geldiğimden beri gördüğüm birkaç yüzden biriydi ve belki de potansiyel bir gerçek dost olmaya adaydı.

"Benle dışarı çıkmayıp sessiz sedasız tek çıkmanı kişisel algılamalı mıyım?"

Oturduğum sandalyenin yanına bir tane daha sandalye çekti ve oturdu.

"Bunları unutmuşsun."

Elinde getirdiği birkaç hapı gösterince bugün de atlatamayacağımı anladım. Aslında çok da isteksiz değildim. Bu ilaçlar Andrew'in güya bana hediyesiydi. İçmek içimden gelmese de antidepresanları aldım ve su şişesini reddederek boğazımdan kayıp gitmesine izin verdim.

Bu sırada birkaç gündür aklımı karıştıran bir dizi olasılıklar periyodunu düşündüm. Her zaman en iyi yol Bill'le konuşmak ve ondan iş birliği istemeye çıkıyordu. Robert'ın geleceğini söylemişti. Yedi yıldan sonra ilk defa bu kadar büyük bir şans elime geçecekti. Robert, Allison'la aramdaki tek köprü olabilirdi.

Kabul, köprüm çok tekin değildi fakat o kadar uzun yolu uçarak geçmem imkansızdı.

"Ne düşünüyorsun?"

Ruhumdaki alevlenmeyi ya şimdi söndürecektim ya da yavaş yavaş beni yakmasına izin verecektim. Hem yeterince burada kalmıştım. Artık bir şeylerin değişmesi gerekiyordu. Gökyüzü kadar mavi gözlerini bana çevirdi.

"Sana güvenip güvenemeyeceğimi."

Mavi gözleri kısılmıştı ve bana bu sefer gerçekten hayal kırıklığına uğramış gibi bakıyordu. Yaşının getirmiş olduğu yaşlanmışlıklar hem yüzüne hem gözlerine yansımıştı.

"Bak, oğlum! Sana hiç kendi hikayemi anlatmış mıydım?"

Koskoca yedi yılı şöyle bir gözde geçirince fark etmiştim ki bana hiç kendi hayatından bahsetmemişti.

"Hayır. Ama dinlemek isterim."

"Güzel. Hem belki bu saçma düşüncelerinden kurtulmuş olursun."

Hayatımın her detayını anlatmıştım ona. David'i, Andrew'le geçmişimi ve Allison'ı... Hatta o kadar çok anlatmıştım ki anlattıkça unuttuğum başka hatıralarım gün yüzüne çıkıyordu.

Denizi andıran gözleri daha da belirginleşmiş ve etrafı kısmen kızarmıştı.

"Sen de hep canımdan daha çok sevdiğim oğlumu görüyorum. Hatta ismi John'du."

Genelde neden bana John diye seslendiği anlamaya başlamıştım sanırım. Söylediği gibi karıştırmıyordu, bilerek yapıyordu.

"Annesiz büyüyordu. O zamanlar şehrin çok az dışında küçük ve müstakil bir evimiz vardı. En sevdiği şey satranç oynamaktı. Gıcıklık olsun diye arada yenerdim."

O anları tekrar yaşarmışçasına gülümsedi ama zihninin bir kısmı hala gerçekliği algılıyordu. Bunu en büyük göstergesi gözlerinden çenesine doğru yavaşça süzülen birkaç gözyaşıydı.

HURTS LİKE HELLHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin