Bölüm 1: Kaderimsen Eyvallah / Kısım 1

230 17 2
                                    

Yarışma izin kurguladığım bir kısa hikaye daha! Okuyanların yorumlarını paylaşmasını çok isterim, keyifli okumalar!

Not: Evet, mizahi açıdan doyurucu olmasın için başrolümüzü biraz hırçınlaştırdık ama 'biz yazarken çok eğlendik!'


Bölüm 1

Hayatımdan tam olarak on sekiz yılı bunun için heba etmiştim; uzun ve epey sancılı geçen günlerimde aslında başlarda umutlu, bir nebze hayırlı bir sonuca ulaşacağım için huzurlu, hayat dolu, şen şakrak ve oldukça heyecanlı olsam da son iki yıl tam olarak "sancılı" tabirini bizzat yaşadığım dönem olmuştu.

On sekiz yıl boyunca uğraştığım şeyse diğer kadınlar için oldukça basit, hayatlarının herhangi bir döneminde kolayca elde ettikleri ve bunu söze dökmeye bile gerek duymadıkları mini minnacık bir aktiviteydi.

Evlenmek.

Sabah akşam her gün ve her vakit durmaksızın ağlamamın, bunun sonucunda acıkıp homini gırtlak yememin ve sonunda yüz kiloyu aşmamın başlıca sebebini aslında hep buna bağlardım.

Evlenememek.

Evlenemeyeceğime ve annemin tabiriyle "evde kalmış varil" olarak ömrümün sonuna kadar yalnız ve şişko olacağıma aslında ilk on altı yıl inanmamıştım. Son iki yıl içinde otuz yaşını geçtiğimi idrak etmemle pes etmemse apayrı bir ironi haline gelmişti.

Evet, kafam biraz geç dank etmişti.

Tıpkı seksen kilodan sonrasının nasıl aniden yükseldiğini fark etmemem gibi bu da benim kör gözlerimin bir oyunuydu.

Ama kör olmadığım bir hususta vardı. Kendiminkini olmasa da, diğer insanların kaderlerindeki yazılı olan kişileri görmemi sağlayan özel bir yeteneğe sahiptim. Kaderin kırmızı ipini görebiliyordum.

İki insanın bir bütün olduğuna inanan Çin Mitolojisi'ndeki kaderin kırmızı ipi hadisesi bundan tam altı yıl önce –ne hikmetse- başıma gelmiş, el alemin yavuklusunun kim olduğunu görür olmuştum. Hatta bir dönem Esra Erol misali sevenleri kavuşturmuş, tanışmayanları tanıştırmış, öpüşüp koklaşanları "Etmen yavrum, günah!" diyerek ayırmış, bazılarının mıç mıç hallerini görüp de iplerini boyunlarına dolayıp "hık!" demeden öldürmüştüm. Kirli bir geçmişim vardı. "Eh yetti be!" deyip kimilerinin iplerini kesmeye çalışıp katil bebek Chuck gibi elinde makasla sokak sokak geçmişliğimde vardı, sonra benim ipim hangi densizin g*tüne kaçtı diye milletin g*tüne parmak atarak adımı sapığa çıkarmış olduğumda vardı.

Ne diyebilirdim ki... Tam bir çılgındım.

Çinlilerin "Bacım senin gidişat iyi değil." diyerek bekârlığımı suratıma suratıma çarptıkları bu fantastik yolculukta sonunda dizimi kırıp adamın dibine kurulmuş ve ipim kendiliğinden belirene kadar sokaklarda deli danalar gibi koşturmamaya karar vermiştim.

Ve bugün benim günümdü.

Sonunda ayak bileğimde koyu kırmızı –koptu kopacak gibi duran- bir ip belirmiş ve hayatımın erkeği gün yüzüne çıkmıştı. Vakit bile kaybetmeden balıketli vücudumu kapatacak beyaz elbisemi giyip, beni en az yirmi ikilerimde gösterecek makyajımı tamamladıktan sonra adeta koşarak evden çıkmıştım. Bileğimdeki ipi takip ettiğimde, çok geçmeden büyük bir şirketin önünde durdum.

Burası, ülkenin en ünlü şirketlerinden birisiydi ve eşim burada çalışıyorsa -ki umarım içeriye sadece çöğdürmek için girmemiştir- kesinlikle köşeyi döndüm demekti. Çünkü bu şirketin en alt tabakada çalışanlarının maaşı bile askeri ücretin üç katıydı.

Her ay üçte birini cebe indirsem deniz kenarından bir yazlık alıp benden dört yıl önce evlenmiş taze gelin olan kuzenlerime "Gözünüz gelin görsün!" diyerek nispet yapabilirdim.

Başımı geriye atmış şirket binasının lüks camlarını izlerken tepemden geçen kuş sürünün açık ağzımı nişan alıp füzesini yollamasıyla şoka uğradım.

Hayatın bana "Ahanda ağzına böyle s*çarız, ipin ucunu zor görürsün." deme şeklinin zamanlamasının dakikasının salisesine kadar küfrettikten sonra yanımdan geçen bir adamın mendil uzatmasıyla öfkeyle dönüp ona baktım. Gençten, yakışıklı bir adamdı ve ipimin ona bağlanmadığını ummak dışında elimden bir şey gelmezdi.

Neyse ki kaderimdeki kişi o değildi. Bu yüzden elinden mendili alıp ağzımı yüzümü sildim ama çoktan mideme inen sıvı dışkıyı geri çıkartmayı başaramadım için yuttum.

Evet. Yuttum.

Yerimde duramaz bir halde koşarak şirkete adımladım. İçerisi oldukça büyük ve güzeldi. Modern bir iç mimariye sahipti, en çok göze batan şey büyük, aynalı kolonlardı. Kolonlar öyle bir açıyla düzülmüştü ki kapıdan girer girmez kendinizden dört tane daha görüyordunuz ve bu bir tık benim kabuslarımı hatırlatmıştı.

Benden dört tane daha.

Korkunç.

Biraz sonra bir görevli yolumu kestiğinde ona döndüm. Genç kız oldukça zayıf –neden insanlarda ilk buna dikkat ettiğim konusunda hiçbir fikrim yok- siyah saçlı ve resmi giyimli bir çalışandı. Yakasında 'Merve Türev' yazıyordu ve yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Uzanıp kızın yanaklarını sıkmayı çok isterdim ama dolma parmaklarım arasında kalan eti koparıp kızı yanaksız bırakmam ilk karşılaşma için pek hoş olmazdı. Kızın hemen arkasında duran aynadan kızdan bir beş tane daha olsa ancak benim kiloma gelebileceğini fark edince moralim bir tık bozuldu. Sonra bir anda kızın genç yüzü sevimsiz gelmeye başladı.

"Hanımefendi, kime bakmıştınız? Ben yardımcı olayım?" Kibar ses tonu ağzına bir tane patlatma isteğimi körükleyince içimdeki vahşinin fırlıyor olduğunu görüp onu yatıştırdım.

"Merhaba. İçeride bir arkadaşım var, ona bakmam gerekiyor." dedim.

Kadın samimice gülümsediğinde, bembeyaz dişleri yüzümü yeniden asmama sebebiyet oldu. "Çalışanımız mı? İsmi nedir?"

"Baş harfi kocam." dediğimde kadın dik dik suratıma baktı.

"Anlamadım."

"Şey... Evet, bir çalışan yani... İsim vermem şart mı?" Kadın hızlıca başını salladı. "Maalesef içeriden bir onay olmadan sizi şirkete alamam. İsmini verirseniz içeriye sordururum."

Dudaklarım iyice aşağı doğru sarkarken, görevli kadının ilgisi, yanıma gelen bir diğer kişiye yöneldi. Sağıma döndüğümde gördüğüm heybetli bedenler bir an kaskatı kesildim. Dev bir gölge yakınıma kadar ilişti ve sol elini önümdeki deske doğru uzatıp oraya bir şey koydu. Gözüm bir pazularına bir de üstündeki kusursuz takımı takip ederek eline düştü. Sol elinde pahalı bir saat taşıyordu ve saatin devamındaki upuzun parmakları ve belirgin damarları ise "Hey maşallah, damarına kurban!" deme isteğini bir körüklüyordu.

Henüz yüzünü görmemiştim çünkü o sırada adamın omuzlarına bile gelmeyen kısa boyum nedeniyle kelleyi umursamadan tam ısırılası olan gövde kısmını inceliyordum. Bana doğru dönük değildi, aksine karşımdaki kıza bir şeyler söylüyordu ve ben o anda başımı hemen geriye atıp o kalın, seksi sesin çıkardığı dudaklara bakındım. Pespembe, balina dudağı gibi ayrılan etlerinin çevresini düzgün bir kesime sahip sakalları çevreliyor, akabinde ise Yunan heykellerini –bakınız dikkatinizi çekerim, mitoloji bilgim kusursuzdur- andıran çehresi gözüme gözüme parlıyordu.

Yakışıklıydı.

Yakışıklıydı ve ben ilk defa hayatımda bu kadar yakışıklı bir adamın yanında dikiliyordum.

Gören beni merhum Michael Jackson'u görmüşüm gibi davranıyor olmamdan ötürü bir ayıplardı ama ben dil din ırk fark etmeden tüm yakışıklıları seven birisiydim.

Adamın yüzünü tam olarak göremediğimden kızın arkasındaki aynaya baktım hemen. O anda bir "Eşhedü enla ilahe illallah!" deyip bir elimi yüzüme süresim gelmişti.

"Çüş! Anasını avradını!"


Eyvah! Son ÇaremHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin