+Kuanlin, bizi öldürdü.+

415 34 57
                                    

Ne yapıyor bu kız diyebilirsiniz bende dedim çünkü :')

-

İlk defa bu kadar acele ile arşınladığım apartman merdivenlerimizde kan ter içindeydim. Avuç içimde bastırdığım anahtarım tenime batıyordu. Ucuna iliştirdiğim tilki şeklindeki anahtarlığım boşluktan sarkmış ve hareketlerimle eş zamanlı olarak sallanıyordu. Aldığım zamani anımsadım. Okuduğumuz masallardan, biraz da boyumdan mütevellit 'Küçük prens' derdi Kuanlin bana. Karakterlerimizin çok benzediğini, ayrıca ufacık tefecik biraz da kibarcık bir prensmişim ona göre. O an için buna biraz kızmıştım, boyumla dalga geçiyor sanmıştım. Bir hışımla ona dönüp 'Sende ince yüzlü, keskin yüz hatlısın. Sende tilkimsin o zaman!' deyivermiştim. Beklediğimin aksine Kuanlin buna hiç kızmamıştı.

Aksine çok mutlu görünüyordu. Kocaman, güzel gözlerinde lambaları yanarak bakmıştı bana. 'Tilkin olurum o zaman, canıma minnet.' demişti. Benim çocukluğumun verdiği oyunculukla alay ettiğim iki sembol, hayatımızı temsil ediyordu. Kuanlin aynı tilkinin, küçük prense olduğu gibi sadıktı bana. Gölgem gibiydi. Karanlık havalarda bile oluşan bir gölge.

Daima arkamda, önümde ve yanında olan gölge. Benim en ufak bir yanlış anlaşılmada bile yüzümü döndüğüm gölge.

Anahtarı yerine yerleştirdim. Ellerim heyecan ve öfkeyle titriyordu. Öyle ki normalde kolayca açılan kapımızı neredeyse dördüncü denememde açabilmiştim. Tok bir sesle açılan kapı, aramızdaki engelleri fiziken kaldırmıştı. O an için, bugünden sonra aramızda oluşacak engellerden haberim yoktu.

Anahtarımı olduğu gibi bıraktım yere. Demirin çıkardığı şangırtı kulaklarımda patladı. Üzerimdeki paltoyu bir hışımla çıkardım. Yanıyordum. Yüzüm, ellerim, bedenim. Varlığını hissetmek beni kavuruyordu. Ateş tutuşuyordu.

Koşarak ilerledim. Ufak evimiz uçsuz bucaksız bir arazi oluvermişti. Kendimi kaybetmişken onu aramak daha bir zordu. Şuursuz adımlarımın beni taşıyabildiği kadar gittim. Sonunda oturma odamıza girdim, burada da yoktu. Delirdiğimi hissedebiliyordum. Hızlı adımlarla cam kenarına geldim. Kaktüslerimiz. Bu sabah onları sulamamıştım. Kendi sorumsuzluğumun cezasını tüm evrenimize ödetmek ancak benim gibi bir günahkara yakışırdı zaten. Parmağımı topraklarına dokundurdum. Nemli toprak parmak uçlarımda dindi. Omuzlarım rahatlama ile çöktü. Buradaydı.

"Jihoon."

Gür sesi kulaklarıma doldu. Bir hışımla arkamı döndüm. Kısa olduğuma şükrettiğim o sayılı anlardan birindeydik. Dengemi kaybetmek kolay olmuyordu yere yakın olunca. Düşmeden durabildim.

Balkondaydı. Gelmemi beklemişti. Yaptığım tek şey ona bakmaktı. Ona bakmak. Güzel yüzüne düşürdüğüm gölgeye, tuvale çizilmiş gibi kusursuz tenine sıçrattığım siyah boyaya bakmak. Benim yüzümden incinen suretini, benim iz bıraktığım ruhunu izlemek. Hayatımın hiç bir yerinde bu denli bir sızı hissettiğimi hatırlamadım. Kalbim insanüstü bir şiddetle sarsıldı. Yutkunamadım.

Yüzünde bir yara bandı vardı. Tam kesiğinin üzerinde. Sehun hyung yapmıştır diye düşündüm. Sonra bir duraksadım. Aklıma tonlarca fikir bulutu doluştu. Ne açıklama yaptı? Peşpeşe ikidir kendini incinmiş şekilde buluyor ağebeyinin karşısında. Yanaklarıma hücum etti kanım. Benim yaptığımı söylememişti. Söyleseydi büyük ihtimalle çoktan Sehun hyung tarafından öldürülmüştüm. Beni sevse bile oğlu gibi gördüğü birini inciten kimseyi yaşatmazdı Sehun hyung. Utandım, bir daha onun yüzüne bakma cesaretini kendimde asla bulamayacaktım.

Ne Giyerse Giderdi Hoşuma|| PanWinkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin