Gözüme vuran güneş ışığı oldukça rahatsız ediciydi. "Uyan, uyan," diyordu sanki bana. Ben de bu çağrıya aldırış etmeden arkamı döndüm. İşe yaramıştı. Uyumaya devam edebilirdim. Ta ki sırtımdaki sıcaklığın, tenimi mecazen yaktığı o ana kadar. İçi ateş dolu bir fıçının içine düşmüş gibi oldum. Kendimi yataktan aşağı attım. Gerçekten çok acımıştı. Acıdan ziyade, daha çok sızlama gibiydi. Saf güneş ışınının bu kadar etkili olduğunu bilmiyordum. Yataktan düşerken kafamı vurduğumu ve sonrasında kafamın acıdığını dahi daha sonra fark ettim. Yeni hayatıma gayet iyi başlamıştım. Moralim üst seviyelerdeydi, daha ilk sabahtan. Yine de yüzümü asmadım.
Ayağı kalktım ve camdan dışarı baktım. Bu güneş dün de vardı, neden dün değil de sadece bugün ortaya çıktı, diye düşünürken pencere üzerindeki pembe panjura gözüm takıldı. Dün bu panjur kapalıydı çünkü. O nedenle güneşi dün fark etmemiştim, en azından uyurken. Panjurun da odanın duvarlarıyla ve içindeki neredeyse tüm eşyalarla birlikte pembe olduğunu fark ettim. Sonra dün akşam aklıma geldi. Uraz'la konuşmalarımız kulağımda yankılandı. Aynı zamanda da odayı inceliyordum. Yatağın hemen sağındaki çalışma masasının üzerinde duran beyaz gece lambası dikkatimi çekti. Pembe değildi, şaşırmıştım. Yanına gittim ve yakından inceledim. Şekli tıpkı bir dolunaya benziyordu. İşte, o an kafamdaki ampul yanıp sönmeye başladı. Bu odayı ona özel yaptırmışlardı: "Dolunay"a. Vay be, dedim, kendi kendime. Gerçekten, bu kadar çok istemişlerdi onu. Ama olmamıştı. Üzülmüştüm. Duvarlarda asılı olan alakasız ünlü fotoğraf tabloları yerine, Nihal'le Uraz'ın ortasında Dolunay'ın olduğu fotoğrafları koydum zihnimde. Ne de mutluydular. Mutlu bir aile tablosu, dahası var mıydı? Böyle düşününce dostum Nihal'i ve eşi Uraz'ı daha iyi anlıyordum. Zor bir durumdu. Belki bir ihtimal, diye düşündüm. Neden olmasındı ki? Belki de tedaviler sonuç gösterecekti, ne belliydi yani?
Ayakta, duvarları izlerken evin dış kapısının açılıp kapandığını duydum. Uraz bugün işe gitmeyeceğini söylemişti, zaten bu saatte de gitmiyordu; o konuya açıklık getirmiştim sonunda. Kim geldi veya gitti diye merak ederek odamdan, daha doğrusu Dolunay'ın odasından çıktım. Merdivenlerden aşağı indim ve Nihal'i mutfaktan çıkarken gördüm.
"Uraz mı çıktı?" diye sordum.
"Yok," dedi, "bir yere mi çıkacaktı ki?"
"Kapının kapandığını duydum."
"Hah," dedi, tebessüm ederek, "ben kapattım."
"Sen mi?"
"İşten geliyorum. Kadın biraz uğraştırdı bizi."
"Biraz mı? Gece olmadan gittin ve sabahın bilmem kaçında eve dönmüşsün? Sizin mesai saatiniz falan yok mu?"
Nihal güldü. "Polislerin mesai saati yoktur, Çağatay. Yedi yirmi dört görevdeyiz anlayacağın. Saat kaç olursa olsun, karakoldan veya başka bir emniyet kurumundan çağırıldığımız an gitmek mecburiyetindeyiz. Bilmem anlatabildim mi?"
"Vay be! Helal olsun. Cidden, helal olsun size. Boşuna 'kahraman' demiyoruz size, 'Kahraman Türk Polisi'."
"Abartma, Çağatay. Görevimiz bu. Peki, sınırda hain kovalayan, her daim gözünü dahi kırpmadan pusuda bekleyen, hiçbir şekilde can güvenliği olmadan dağlarda yatıp kalkan Türk Askeri ne yapsın? Asıl kahraman onlar. Biz sadece birer devlet memuruyuz."
Nihal, aslında egosunu tatmin etmeyi seven bir kişiliğe sahipti. Ama o mütevazı konuşmasını tüm kalbiyle yaptığını hissedebiliyordum. Güzel konuşmuştu. Bu düşüncelerinden ve konuşmasından dolayı kendisini tebrik ettim.
"Kahvaltı yaptın mı?" diye sordu.
Bu saatte ne kahvaltısı, diye geçirdim içimden. "Hayır, yeni uyandım," dedim. "Ama kurt gibi açım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
1 DAVA 5 OYUN
Mystery / Thrillerİstanbul'un son polisiyesi... Çağatay, anne ve babasının ölümü üzerine beyninden vurulmuşa döner ve olacaklardan habersiz ayakta durmaya çalışır... Okurları tahmin edemeyeceği sonuçlara çıkaracak gizemlerle buluşturan "1 Dava 5 Oyun" polisiye-cinaye...