22 Haziran
Nezarette geçirdiğim ikinci gecemdi. İşin neden bu kadar uzadığını anlamış değildim. Zamanın geçmesi ve yaşadığım kötü şeyleri unutabilmek için tüm günümü uykuyla geçiriyordum. Zorla uyuyordum. Gözümü açmak dahi istemiyordum. Yalnızdım. İki gündür insan yüzü görmüyordum, beni iki kere sorgu odasına götüren ve orada beni sorgulayan iki polis dışında. Sorgularım gayet açık ve olumluydu. Her şeyi teker teker anlattım. Lakin cinayet dosyama yeni suçlar da eklendi. Ailemin ve dostum Selim'in cinayetinden de ben sorumluydum, polislerin gözünde tabii. Bu sonuca nasıl vardıklarını ise sorgu odasındaki sözde iyi polis -sanırım, Amerikan karakoluna düşmüştüm- kısaca şöyle anlattı: Serhat ve Serpil Ünsal'ın -anne ve babamın- kıyafetleri üzerinde birkaç kumral saç bulunmuş. Saçların bir bir DNA testi alınmış. Sonuç ise o saçların, babamın evladına, yani tek çocuğu ben olduğum için bana, ait olduğu tespit edilmiş.
Katil cinayetten önce benim saçımı bir şekilde saklamış olmalı; saklaması için de önce kesmesi gerekli. Ya da yastığımdan dökülen saçları toplamış olmalı. Bunların ikisi de mümkün değildi.
Bu durumu inkâr edemedim. Kendimi savunabileceğim bir delil yoktu ortada.
Yalıdaki cinayette kullandığım silahla ailemin öldürüldüğü silah aynıydı. Silahta sadece benim parmak izim vardı. Mağaza görevlisi çocuk aklıma geldi. Bana silahı verirken eldiven takmıştı. Ben de eldivenliydim fakat sürgüyü çekerken çıkarmıştım.
Selim'in yakıldığı sokağın köşesindeki mağaza kamerasına, cinayet sırasında, deri ceketli bir adam görünmüş. Bu da polisi doğrulayan dandik delillerden biriymiş.
Bunlar gibi önüme bir iki saçma delil daha sundular. Benimle dalga geçiyor gibiydiler. Ama sesimi çıkarmadım. Ne dedilerse onları onayladım.
Sakinliğimi görünce polisler, şokta olabileceğimi söylediler. Belki de ruhen bir travma geçirmişsindir, dediler.
Haklıydılar. Her şey bir rüya gibiydi benim için. İnanmak istemediğim bir rüya gibi. Uyanınca her şey normale dönecekti sanki. Bunun olacağına o kadar inanıyordum ki o an üzülme gereği bile duymuyordum. Ruhsuz ve duygusuz bir bitki gibi nezarette geçiyordu günlerim. Oysaki yaşadıklarımdan koca bir kitap çıkardı.
İkinci sorguda polislere, katille yaptığım telefon görüşmelerimden bahsettim. Whatsapp konuşmalarından, SMS üzerinden kısa mesajlardan, sesli aramalardan. Hepsinden tek tek bahsettim. Onlar da telefonumu üst kattaki dolaptan alıp incelediler. Söylediklerimin doğruluğu kanıtlanınca arama kayıtlarıma ulaşmak için gerekeni yapacaklarını söylediler.
Sonrasında aramaların boş ve harabe bir evden yapıldığını söylediler. Hem de hepsinin. Bu da imkânsızdı. Katil beni izliyordu çünkü. Her an yanımdaydı. Bunu biliyordum. Bu mümkün olamazdı.
Bahsettikleri harabe evde hiçbir ize rastlamadıklarını söylediler. Ama en azından tek cinayetle yargılanacaktım. Zorla yaptırılan bir cinayet olduğu için de suçum oldukça hafifleyecekti. Yine de polislerden biri "Rahat beş sene yatarsın," dedi. On seneden iyiydi ya, değil mi?
Değildi.
Nezarethanede iki gün bile kalmaya dayanamadım. Koskoca beş sene nasıl dayanacaktım ki? Hem de gençliğimin en güzel yıllarında.
Nezaretteki ikinci gecemde Derya ve Nihal ziyaretime geldiler. Neden daha önce gelmediniz, diye sorduğumda, seninle görüşmemize izin vermiyorlardı, diye cevap verdiler. Nasıl olduğumu sordular. Beş dakika sohbet ettik. Nihal birkaç kıyafet getirmişti. Uraz'ın kıyafetlerindendi. Bundan dolayı teşekkür ettim. Yarın çıkacağım mahkemede orada olacaklarını söylediler. On dakikalık görüşme süresi dolunca da veda edip gittiler. On dakika öncesine kadar, beni unuttuklarını sanıyordum. Meğerse polisler görüşmemize izin vermiyormuş. Dışarıda sevenlerimin olduğunu bilmek bile beni mutlu etmişti. Kendimi tıpkı, yılın genelini yalnız geçirmiş, bayramdaysa çocukları evini ziyarete gelmiş ve bu durumdan pek hoşnut kalan yaşlı dedeler gibi hissettim. Onlardan tek farkım yaşımdı.
23 Haziran
Nezaretteki üçüncü günümdü. Polisler, mahkemeye çıkmam gerektiği için beni nezaretten çıkarttılar. Kısa sürede mahkeme salonuna gittik. Duruşmamın gerçekleşeceği adliye ilçe olarak Kartal'daydı sanırım. Bu taraflara fazla gelmemiştim. Hatta bir iki kere yolum düşmüştü. Üçüncü gelişimse çok farklı bir sebepten olmuştu. Farklı ve inanması güç bir sebepten.
Duruşma başladı. Hakîm konuşmasını yaptı. Görgü tanıklarına konuşma izni verdi. Üç tanık vardı. Derya, Nihal ve taksici.
Tanıklar söz hakkını kullandı ve konuşma sırası bana geçti. Her şeyi tane tane Hâkim Bey'e anlattım. Üç gündür bu konuşmayı kafamda kuruyordum. Eksiksiz, olanları ve son bir haftada yaşadıklarımı anlattım.
Mahkeme salonunda geçirdiğimiz yaklaşık yirmi dakikalık süreçten sonra hâkim on dakikalık bir ara verdi. Bu kısa süren arada Nihal ile Derya ile konuştum. Adliye kantininden birer çay alıp içtik. Birbirimize sarıldık, özlem giderdik. Gerçekten özlemiştim onları. Nihal'e, Uraz'ın neden gelmediğini sordum. Onun bu hafta işlerinin yoğun olduğunu ve bu yüzden de beni görmeye gelemediğini söyledi. Anlayışla karşıladım.
Başka ne yapabilirdim ki zaten?
Derya'yla bir iki dakikalık sevgi dolu anlar yaşadık. Kısa sürdü. Ama olsundu. O kadarı bile yetti, diyebilirim.
Ara bitti ve bizi çağırdıkları mahkeme salonuna geri döndük.
En az beş yıla hazırlıklı olmam gerektiğini biliyordum. Polisler böyle söylemişti. Nihal de aynı şeyi tekrarlamıştı. Hazırdım.
Aslında değildim.
Hâkim "Karar verildi!" diye bağırdı, elindeki tokmağı sertçe vurarak. Oldukça havalı bir hareket olmasına rağmen o an ilgimi çekmemişti. Aleyhime karar verecekti çünkü. Hakîm, aklımda tutmakta zorlandığım birkaç cümle etti. Açıkçası çoğu cümleyi de anlamamıştım. Kanun, fırka, bilmem kaçıncı yasa... Anladığım tek cümle vardı. "Sanık Çağatay Ünsal'ın beraatına karar verilmiştir."
Beraat mı? Serbest miydim yani? Yüzümü Nihal'e çevirdim. Şaşkınlıklar içerisinde bir hâkime bir bana bakıyordu. Bu nasıl olabilirdi ki? O an tam anlamıyla rüya gibiydi. Tarifsiz bir an. Tam da ümidimi kesmişken yüzümün gülmesini sağlayan an.
Emniyet tarafından yapmakta zorunlu olduğum birkaç işlemden sonra serbest bırakıldım. Telefonumu ve diğer özel eşyalarımı da karakoldan aldım. Nihal, serbest bırakılmamın şerefine; arabasıyla Derya ve beni yemeğe götürdü. Yemekten sonra Sarıyer Sahili'ne gittik. Denizi özlemiştim. Denizin kokusunu, yüzüme doğru vurduğu serin havayı... Nezarette geçirdiğim üç gün, bana üç yıl gibi gelmişti. Bu günleri de görmüştüm. Vay be!
Sahil kenarındaki çaycılardan birer çay aldık ve oradaki oturaklara oturduk. Derya ve Nihal'e nezarette geçirdiğim soğuk anları anlattım. Anlatacak pek bir şey yoktu aslında. Sorguda neler yaşadığımı, polislerin bana sorusunu, benim onlara verdiğim cevapları falan anlattım. Nihal beni tebrik etti.
"Peki, neden serbest bırakıldım?" diye sordum.
"Suçlu olmadığın ortaya çıkmış olmalı," dedi Derya.
Güldüm. "Güldürme beni. Katil olduğumu herkes biliyordu. Zaten itiraf da ettim ben."
"Zorla işlediğin bir cinayetti. Belki bu yüzdendir," Konuşan Nihal'di.
"Bırak, Allah aşkına! Sonuçta bir cinayet işledim değil mi? Hemencecik serbest bırakılmam sizce de garip değil mi?"
İkisi de beni onayladı.
Çayımızı içtikten sonra telefonum çaldı. Arayan numara telefonumda kayıtlı değildi. Sahte bir numara da değildi. Katil peşimi bırakmış olmalıydı. Sanırım.
Aramayı cevapladım.
"Çağatay, nasılsın?"
Bu ses... Katile aitti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
1 DAVA 5 OYUN
Mystery / Thrillerİstanbul'un son polisiyesi... Çağatay, anne ve babasının ölümü üzerine beyninden vurulmuşa döner ve olacaklardan habersiz ayakta durmaya çalışır... Okurları tahmin edemeyeceği sonuçlara çıkaracak gizemlerle buluşturan "1 Dava 5 Oyun" polisiye-cinaye...