Bölüm 1 | Buluşma

1.4K 73 519
                                    

Gözlerimi, kulaklarımı sağır edercesine çalan metal bir şarkıyla açtığımda kendime gelmekte zorlanarak uyuyakaldığım koltuktan doğruldum. Sesin kaynağının bizzat kendi telefonum olduğunu görünce şaşkınlıkla orta sehpanın üzerinde titreyen telefonumu, karmaşık not kâğıtlarımın arasından çekip elime aldım. Alarm. Uyku problemi yaşadığımı ve alarmların üzerimdeki etkisizliğini anlattığım pek sevgili arkadaşım Taner’e bu müziği alarmıma koyduğu için teşekkür mü etmeliydim yoksa kızmalı mıydım? Tam vaktinde uyanabildiğime göre her ne kadar bir teşekkürü hak etse de sabahın bu saatinde uyandığım için kimseye kibarlık gösteremeyecek kadar huysuz hissediyordum.
Saat altıyı gösteriyordu. Alarm etiketiyse günün anlam ve önemini bana bir kez daha hatırlatıyordu: Ege Köksal ile görüşmene geç kalma. Metal müziğe daha fazla katlanamayarak alarmı kapattım ve elimi gözlerimin önüne düşen saç tutamlarının arasına daldırdım. Gözlerim ağır ağır tekrar kapanıp yeniden uykuya geçmek için sinyaller verirken titreyerek kendime geldim.
“Ayakta kal, Vera.” Diyerek kendi kendime mırıldandım.  Lavaboya girip elimi yüzümü yıkadıktan sonra internetimi açtım ve ardı arkası kesilmeyen bildirimlerime sırayla bakmaya çalıştım. Öncelikle Taner’in gecenin dördünde attığı mesajını açtım.  Bir internet haberinin ekran görüntüsünü atıp arka arkaya mesajlar göndermişti. Görsele tıkladım ve haberi n başlığını okudum.
“Ege Köksal’ın o geceye dair konuşmayı seçtiği gazeteci kim?” Haberin içeriği bomboştu. O mühim isme ulaşır ulaşmaz haberdar edecekleri yazıyordu.
“Buluşmayı öğrenmişler!
Hemen ismini vermeliyiz.
Ne kadar ilgi odağı olacağını bir düşünsene!
Sana bu konuyla ilgili bir yasak getirdiler mi? 
Yarın oradan çıkar çıkmaz beni ara.”
Hemen yanıtlamaya bastım.
“İsmimin gizli kalmasını tembihlediler. Sakın haberim olmadan kimseye bir şey uçurma. Yazım bittiğinde zaten güzel bir patlama yaşayacağız. Arayacağım.”
Ardından ikinci bir mesaj daha attım.
“Gerçekten de bu buluşmanın yedide olmasına gerek var mıydı? Ayakta uyuyorum.”
Attığım mesajlardan hemen sonra Taner çevrimiçi oldu ve bir yanıt yazdı.
“Huysuz, ihtiyar Vera’yı lütfen onun yanına gittiğinde bir kenara bırak. Adam sabahın altısında uyanıyorsa yapacak bir şeyin yok bebeğim. Ayrıca alarm işe yaramış ha?”
Gülümseyerek mesajlaşmayı kapattım ve sosyal medyadaki paylaşımlara hızla göz attım. Bir yandan odama girip dünden hazırlamış olduğum kıyafetleri dolaptan çıkardım.  Sosyal medya son zamanlarda olduğu gibi yine Narin Durukan’ın son çekildiği fotoğrafla kaynıyordu. Ölümünün üzerinden –daha doğru bir ifadeyle cesedinin bulunmasının üzerinden- bir yıl geçmiş olmasına rağmen haberler hala internet ortamında yankı uyandırıyordu. Çünkü bugün, Narin’in ölüm yıldönümüydü. O masum tebessümünü içeren fotoğrafına tekrar kısa bir bakış attım.  İç çekerek telefonu yatağımın üzerine fırlattım. Daha fazla Narin’in ölümüyle ilgili teorileri, dedikoduları, iftiraları okumak istemiyordum. Hayatımın son bir yılı zaten tüm bunları araştırmakla geçmişti. Bugün, ilk ciddi adımımı atacak ve hikâyenin iç yüzünü öğrenmek adına haberlerin kaynağına gidecektim. Kısa kollu baskılı beyaz tişörtümü yüksek belli dar kot pantolonumun içine sıkıştırdım. Üzerine ince, süt mavisi, özellikle bir beden büyük aldığım ceketimi giydim. Zaten düz olan saçlarımı tam ortadan ikiye ayırıp hızlıca tarayarak aynadaki yansımama baktım. Açık kahve saçlarıma yakıştırdığım tek ton üzerimdeki ceketin tonuydu. Bu yüzden halimden memnun bir şekilde makyaj çantamı açtım ve hafif bir makyajla alelacele toparlandım. Telefonumu elime aldım ve saati kontrol ettim. Taba rengi, büyük kol çantamın içine tüm araştırmalarımı temize çektiğim, benim için çok değerli olan ajandamı, cüzdanımı ve birkaç ıvır zıvırı doldurup evden koşar adım çıktım.
Taksi çağırmadan hemen önce evimin bitişiğindeki küçük pastanemizden bir poğaça alıp kahvaltımı ayaküstü yaparak geçiştirdim. Bu benim için bir ilk olabilirdi. Kahvaltı ve uyku vazgeçilmez ikilimdi. Bu ikisini engellediği için henüz tanışmadığım ama büyük önyargılar beslediğim Ege Köksal’a karşı bir kez daha nefretle doldum.
Taksinin gelmesini beklerken sabırsızlıkla etrafta dolanıp durdum. Bir yandan istemsizce onun nasıl biri çıkacağını düşünmeye başladım. Evet, ona karşı önyargılıydım. Çünkü bütün klişeleri üzerinde barındırıyordu. Tek başına yaşayan, yakışıklı, gizemli ve bütün kızların merak dolu olduğu birisiydi. Narin Durukan’ın aksine pek varlıklı biri olduğu söylenemezdi, kendisi bir fotoğrafçıydı. Onun kadar hareketli, konuşkan, sosyal medyayı fazlasıyla kullanan biri de değildi. Tüm bunları düşününce kendi halinde, sıradan biri gibi görünüyordu. İşte tam da bu sebeple Narin Durukan’ın neden onunla birlikte olduğu ilişkilerinin başlarında oldukça konuşulmuştu. Bense bunu asla sorgulamadım. İki insan birbirini sevmişse varlıklarının, unvanlarının bir önemi kalmamalıydı. Bunu bir kez olsun doğal bir şekilde karşılayamaz mıydık? Ancak onunla ilgili tartışılan ikinci bir konuda şüphelerim yok değildi. Okuduğum bütün teoriler gözlerimin önünden geçti.
İşlenen bir cinayette büyük olasılıkla katil, ölen şahsın en yakını çıkmaz mıydı? Ege Köksal’da bir katil soğukkanlılığı var mıydı? Fotoğraflarına bakarak elde ettiğimiz izlenimlere güvenebilir miydik? Aklanmış olduğu da yadsınamaz bir gerçekti. Narin Durukan’ın katili olarak gösterilen şahıs hapisteydi. O ise evinde, güvendeydi. Adaletin doğru işlediğini varsayıyor ve yanına gideceğim için asla korkmuyordum. Ege Köksal’ın benim açımdan tek avantajlı yanı iyi bir fotoğrafçı olmasıydı. Fotoğraf sanatçılarına karşı her zaman bir saygım ve ilgimin olduğunu göz ardı edemezdim.
Birkaç adım ötemde duran taksi, kornaya bastığında düşüncelerimden sıyrıldım ve hemen araca bindim. Adresten emin olmak isteyerek bir kez daha telefonuma aldığım notu açıp direkt olarak taksi şoförüne gösterdim. Ege Köksal’ın evine giden yolda ajandamı açıp ona sormak istediğim soruları bir kez daha gözden geçirdim. Nasıl bir giriş yapacağım konusunda kararsızdım. İlk izlenim çok önemliydi. Onu fazla sorguladığım takdirde bunalabilir, benimle bir daha görüşmek istemeyebilirdi. Bu da bütün hayallerimin çöküşü olurdu. Her şeyi dengede tutmak zorundaydım. Eski gazeteci, şimdi ise kendi kurduğu yayınevinin tanıtımını yaparak ayakları üzerinde durmaya çabalayan Vera Toksöz’ün bu işi başarmasının tek yolu bu hikâyeden geçiyordu. Bu hikâyeyi kaleme alacak, çok satanlara oturacak ve yayınevine güzel bir gelir getirecektim. Alacağım gelir ve işim bir yana, kendimi çoktan bu hikâyenin içerisinde hissediyordum. Tuhaf bir şekilde Narin’e ve hayatına doğru çekildiğimi hissediyordum. Bir şekilde bu kitabı kaleme almak ona karşı üstlendiğim bir görev gibiydi. Üstelik onu tanımıyordum bile. Ona dair tüm bildiklerim, internetten edindiğim bilgilerdi. Gerçek Narin’in kim olduğuna dair biraz olsun bilgim yoktu. Ege Köksal ile gerçekleştireceğim görüşmelerden sonra bilgileneceğimi düşünüyordum. Elbette bana karşı tamamen dürüst olduğu takdirde…
Taksi şoförü evin doğru olup olmadığını sorduğunda arabayı uygun bir noktada durdurdu. Başımı pencereden dışarı uzatıp eve baktım. Bana attıkları evin görseli, bir blok ötedeydi. Bu bölgedeki evlerin neredeyse tamamı müstakildi. Şehir merkezinden uzak bir konumda olduğu için buraya ulaşmamız düşündüğümden biraz daha uzun sürmüştü. Taksi şoförüne teşekkür edip ücreti ödedim ve taksiden indim. Taksiden iner inmez telefonum çalmaya başladı. Büyük çantamın içerisinde kaybolan telefonumu güçlükle çıkardım. Ege Köksal’a ulaşmamı sağlayan, eski gazeteci arkadaşım, aynı zamanda Ege Köksal’ın yakın arkadaşı Kadir arıyordu. Telefonu açtım ve Ege Köksal’ın evine doğru yürümeye başladım.
“Geliyorum, Kadir. Evi görüyorum şu an.”
“Hayır, hayır bekle!” dedi Kadir büyük bir panikle. Sesi o kadar endişeli geliyordu ki bir anda kaldırımın ortasında durdum ve etrafıma bakındım.
“Sorun ne?” dedim izleniyormuş hissine kapılarak.
“Nasıl oldu bilmiyorum ama Ege’nin bugün bir gazeteciyle buluşacağı haberi yayılmış.”
“Eski gazeteci.” Dedim onu düzelterek.
“Kimliğine tam olarak ulaşamamış oldukları için şanslısın. İnan bana bu işi gizli yürütmemiz senin için çok daha iyi olacak.”
“Evet, biliyorum. Bunları daha önce de konuştuk. Yoluma taş koyabileceklerini, beni rahatsız edeceklerini falan…”
“İşte bazı gazetecilerimiz sabahtan beri seni yakalamak adına kapının önünde bekliyor. Arka sokaktan dolaşırsan seni arka kapıdan alabileceğim, orası temiz gözüküyor. Acele et.”
Hayretle öne doğru birkaç adım daha atıp evin ön kapısına baktım. Gerçekten de en az beş kişiyi bu açıdan görebiliyordum. Tam tersi yönünde arkamı dönerek bir sonraki sokağa saptım.
“Sabahın kaçından beri buradalar? Şu an zaten sabahın yedisi!”
“Dört civarı diyebiliriz. Geliyorsun değil mi? Arka bahçede seni bekliyorum.”
“Geliyorum.” Dedim doğru yerde olup olmadığımdan şüphelenerek. Kendimi ajan gibi hissetmeye başlamıştım. Dışarıdan bakıldığında kötü bir şey yapıyor gibi göründüğüme adım gibi emindim. Oysa yapmaya çalıştığım tek şey, en az benim kadar normal olduğunu düşündüğüm bir adamla görüşmek ve kitabıma kaynaklık edecek bilgileri toplamaktı. Evin tam arka bahçesine yaklaştığımda Kadir’in tanıdık yüzünü gördüm. Bana deliler gibi el sallıyordu. Gülümseyerek onu selamladım.
“Şükür kavuşturana!” dedim sitem ederek. Güldü ve sıkıca sarıldı.
“Hoş geldin. Görüşmeyeli ne kadar oldu? Harika görünüyorsun.”
“3 yılı geçmiş olmalı. Apayrı şehirlerdeydik. Buraya geldiğinden bahsetseydin daha erken görüşebilirdik.”
“Bugüne kısmetmiş. Haydi, gel içeri girelim. Sana bir şeyler ikram edeyim.” Kadir’in evin yardımcısıymış gibi davranmasını her ne kadar tuhaf ve eğreti bulsam da davetini kibarlıkla kabul edip içeri girdim. Evin arka kapısından girer girmez kendimizi mutfakta bulduk. Beyaz tonların hâkim olduğu mutfak şık ve ferah görünüyordu. Ege Köksal’a göre evi fazlasıyla büyük ve lüks bulmuştum. Yine de onun duyacağından kuşkulanarak bunu sorgulamadım. Neyse ki Kadir benim garip bakışlarımı yakaladı ve ikimize kahve hazırlamaya koyulmuşken gülümsedi.
“Bu ev, Ege’ye dedesinden yadigâr kaldı. Ailesinde sevdiği ve anlaşabildiği tek kişi dedesiydi. Gönlü bol bir adamdı rahmetli. Ege, üniversiteden beri burada yaşıyor.”
Bir insan nasıl olurdu da koca ailede yalnızca ihtiyar bir adamla anlaşabilirdi ki? Ona karşı olan şüphelerime bir yenisi daha eklendi. Ege Köksal, insanlarla iletişim kuramayan, sorunlu bir adam çıkabilirdi.
“Kahveni nasıl içersin?”
“Aslında bir şey içmesem de olur. Onunla ne zaman görüşebileceğim?” dedim merakla. Kadir mahcup bir şekilde kahve makinesini ve fincanları bir kenara bıraktı.
“Anlıyorum, bir an önce işini halledip gitmek istiyorsun. O zaman izninle ben Ege’yi çağırayım.”
“Ah, hayır. Yanlış anladın, Kadir.” Diyecek oldum ki apar topar yanımdan ayrıldı ve beni mutfakta tek başıma bıraktı. Bir an o kadar heyecanlandım ki gerginlikten boğazım kupkuru oldu. Derin bir nefes aldım. Tezgâhın hemen üzerinde duran sürahi ve bardağı görünce kendime bir bardak su doldurdum. Titreyen ellerimi önlemeye çalışarak suyu bir dikişte bitirdim. Neden bu kadar gerilmiştim ki? Ege Köksal’ın her an yanıma geleceğini düşünmek bütün bedenimi geriyordu. Fotoğraflarda oldukça donuk görünen kahverengi gözleri gerçekten de o kadar soluk muydu? Beni en rahatsız eden şey sanırım buydu. İnsanı sorgulayan, rahatsız eden cansız gözleri… Bedenimi tezgaha yaslamış bir şekilde sakinleşmeye çalışıyordum ki arkamdan gelen yabancı bir ses kalp atışlarımı hızlandırdı.
“Hoş geldin. Eve çabuk alışmışsın.” Dedi alay edercesine. Hala elimde tuttuğumu fark etmediğim su bardağını kendime öfkelenerek tezgâha bıraktım. Alayını dikkate almayarak yüzümü ona döndüm. Mutfak kapısına sırtını yaslamış, uzak bir köşeden beni izliyordu. Bakışlarımı yirmi saniyeden fazla yüzünde tutmamaya dikkat ederek ona doğru yürüdüm.
“Vera Toksöz.” Dedim elimi uzatarak. Sesimin fazla ciddi çıkmış olabileceğini düşünerek utanmaya başlamıştım.
“Ege Köksal diyeceğim saçma olacak.” Dedi kısa bir gülüşle. Uzattığım eli kibarca sıktı. Ah, beklediğimden daha kibar ve sıcaktı. Hayali bir şekilde ön yargı listemin başından “Ege Köksal soğuk bir insan.” cümlesinin üzerini çizdim. Konuşma tarzı biraz da olsa gevşememi sağlamıştı. Gülümseyerek yüzüne baktım. O kahverengi cansız gözleri konusunda ise henüz net bir karara varamıyordum. Cansızlığının doğru olduğunu söyleyebilirdim, yalnız bu cansızlığın arkasında biraz yorgunluk seziyordum. Bir şeylerden yorulmuş gibiydi.
“Nerede daha rahat edersin?” dedi hiç beklemediğim bir anda soru sorarak.
“Efendim?” dedim sorusunu anlayamayarak.
“Yani mutfakta yapılacak bir röportajın ne kadar verimli olacağını bilemiyorum.” Dedi kendine koca bir bardak su doldururken. Bardağını benim içtiğim bardağın hemen yanına bıraktı ve yanımdan geçerek koridora doğru yöneldi. Hızlı adımlarla onu takip ettim.
“Aslında bir röportajdan ziyade daha samimi bir anlatım bekliyorum sizden. Soru cevap şeklinde değil de daha çok sizin anlatımınız olursa sevinirim.”
“Uykun gelmesin sonra?” Bu, sesindeki alaycılığı hissettiğim ikinci cümlesiydi. Rahatsız olarak yüzüme yapma bir gülümseme yerleştirdim.
“Bir cinayet hikâyesinin uykumu getirmeyeceğinden oldukça eminim.” Cevabımdan sonra yüzünün sertleştiğini fark ettim. Alaycı bir tavır sergilediği zamanlardaki rahat tavrı gitmiş, yerine rahatsız bir ifade gelmişti. Kız arkadaşını bir yıl önce kaybetmiş birine karşı fazla sert bir cümle söylediğimin farkına varınca dudağımı ısırdım. Bazı zamanlar dilimi tutamıyordum.
“Kusura bakmayın. Biraz yanlış bir cümle oldu.” Ege Köksal, cevap vermek yerine oturma odasının kapısının önünde durup eliyle beni içeri davet etti. Oturma odasının son derece rahatlığa düşkün birinin elinden geçtiği barizdi. Alçak ve yumuşak siyah koltuk takımı oldukça konforlu görünüyordu. Mutfağın aksine burada koyu tonlar hâkimdi. Duvardaki çerçevelerin çektiği fotoğraflar olduğuna her nasılsa emindim. Onlara göz atmak için can atıyordum fakat doğru bir zaman değildi. Tekli koltuklardan birine oturdum ve çantamı yere bıraktım.
“Öncelikle Vera, sana karşı dürüst olacağım. Tüm hikâyeyi anlatacaksam karşılığında bir şart koyma hakkım olduğunu düşünüyorum.” Karşılığında ne isteyeceğini merak ederek oturduğum yerde kıpırdandım.
“Yapabileceğim bir şey ise elbette.” Dedim anlayışla başımı sallayarak. Bana karşı şeffaf olacak ve kitabı yayınlamama mani olmayacaksa herhangi bir şey istemeye elbette hakkı vardı. Ancak şartı çok ağır olmamalıydı. Kabul edemeyeceğim bir şart olduğu takdirde buradan çıkar giderdim.
“Bana karşı özür dilemek, resmi olmak ve anlatmak istemediğim bir konuda ısrarcı tavırlar söylemek yasak.” Kaşlarımı çattım.
“Bu üç şart eder.” Dedim soru sorarcasına ona bakarak. Koltukta o kadar rahat bir tavırla oturuyordu ki bu rahatlığı benim sinirimi bozuyordu. Kulaklarına kadar inen uzun dalgalı saçını gözünün önünden geriye doğru ittirdi.
“Pekala, üç şart.” Dedi onaylayarak. Düşünceli bir tavırla bakışlarımı yere indirdim.
“Yanlış bir şey yaptığım takdirde özür dilemenin kötü bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Aynı şekilde resmi olmaktan da hiçbir zararın geleceğini de düşünmüyorum. Üçüncü şartınız içinse… Bana mümkün olduğunca fazla detay verdiğiniz takdirde ısrarcı olmam.”
Bir kez daha güldü. Çekici bir gülüşü olduğunu kabul etmeliydim. Samimiydi, doğallıktan asla uzak değildi. Kızların ona karşı olan ilgisine bir miktar hak vermeye başlamıştım. Ön yargı listesinden “Ege Köksal’ın abartılacak bir dış görünüşü yok.” İbaresine de bir çizgi attım.
“Kelime oyunu yapıyorsun.” Dedi ve ayağa kalktı. O çok bakmak istediğim fotoğraf çerçevelerinin birinin önünde durdu ve ellerini pantolonunun ceplerine sokarak orada öylece dikildi. Birkaç saniyelik sessizlik arasında arkadan onu süzdüm. Tahmin ettiğim gibi uzun boyluydu. Üzerindeki düz beyaz tişörtü bedenine göre daha salaş duruyordu. Rahat bir insan olduğu kıyafet tercihlerinden dahi anlaşılabiliyordu. Omuzları genişti, ne fazla kaslıydı ne de fazla sıska. Narin’in dış görünüm olarak onda ne bulduğunu az çok anlayabiliyordum.
“Resmiyet, sormak istediğin sorulara engel olacak. Yanlış anlaşılmaktan korkacaksın. Tıpkı az önceki diyalogumuzda olduğu gibi. Narin’in…” Duraksadı. Yutkundu ve sözlerine devam etti. Bu hareketi özellikle yapıp yapmadığını merak ettim. Yine de bana doğal göründü. Bu düşüncelerimden derhal kurtulmaya çalıştım. Neydim ben dedektif falan mı? Yalnızca bir yazarsın, kendine gel dedi iç sesim bana ne için burada bulunduğumu hatırlatarak.
“Narin’in ölümüyle ilgili milyonlarca soru soracaksın. Her bir cümlende benden özür dilemeni istemiyorum.” Cümlesi bana o an son derece mantıklı görünse de hemen kabul etmek istemedim.
“Tamam, resmiyeti kaldırmaya çalışacağım. Zamanla…” dedim şartını kabul ederek.
Fotoğraf çerçevesinin önünden çekilip oturduğu yere geri döndüğünde bu kez gülümseyerek ben konuştum.
“Benim de bazı ricalarım olacak.” Dedim çekingen bir tavırla saçımı kulak arkama alarak. Dinlediğini gösterircesine başını eğdi.
“Detayları benden gizlememenizi istiyorum. Ne olursa olsun bana bütün bildiklerinizi aktarmalısınız. Yalnız kendi düşüncelerinizi mümkün olduğunca minimum tutun. Böylece yanlış bir şey aktarmaktan kurtulmuş olacağım.”
“Bir roman mı yazacaksın yoksa bir makale mi? Duyguları çekip alırsan ne kalır ki geriye?” Bunu gerçekten de tartışmak istediği bir konu gibi dile getirmişti. Soruları, cümleleri, ses tonu bana bütün bildiğimi unutturuyordu. Düşüncelerini o kadar etkili bir tonda dile getiriyordu ki çok zeki birinin karşısında aptal durumuna düşmüş gibi hissediyordum. Yine de özgüvenli tavrımı bozmamaya çalışarak yanıt verdim.
“Duyguları yok edeceğimizi söylemedim. Yalnızca taraflı bir anlatım sergilemek istemiyorum. Objektif dinlediğim bir hikâyeyi kendi duygularımla ele alabilirim.”
Hiçbir tepki vermedi. Söylediğim şeyin aklına yatıp yatmadığını anlamakta güçlük çektim.
“Sana hikâyeyi sahte isimlerle anlatacağım.” Dedi bir anda konuyu değiştirerek. İşte bunu beklemiyordum. Söyleme şeklinden anladığım kadarıyla bunu benimle buluşmadan çok daha önce planlamıştı. Açıklama yapması adına hiçbir şey söylemeden devam etmesini bekledim. Dirseklerini bacaklarının üzerine yasladı ve başını ellerinin arasına aldı.
“Hikâye diye adlandırmak bile çok saçma. Bizim hayatımızdan söz ediyoruz. Birçok kişinin dâhil olduğu bir hayattan…” Yorum yapmadım. Haklıydı, hikâye diye adlandırmak basite indirgemekti. Genç bir kadın, hayatının en güzel yaşlarında hayata gözlerini yummuştu. Bir cinayete kurban gitmişti. Belalı bir sapık tarafından soru işaretleriyle dolu bir gecede öldürülmüştü.

“Anlatacaklarımda tek bir gerçek kimlik olacak: Narin. Diğer beşimizin farklı isimleri olacak çünkü bu anlattıklarımı onlardan izin almadan seninle paylaşamam.”
“Ya senin adın?” İstemsizce ağzımdan çıkan “sen” kelimesine anlık bir tepki vererek başını kaldırdı ve bana baktı.
“O da gizli olacak. Hikâyedeki yerimi bilemeyeceksin.” Bana karşı tamamen açık olmasını tercih etsem de bu isteğinde bir sakınca görmedim. Onu hangisi daha rahat hissettirecekse uyum sağlayabilirdim. İsteğini onayladığımı göstermek isteyerek başımı salladım. Çantamı açıp içerisinden siyah renkli ajandamı çıkardım. İlk sayfasını açıp not aldığım sorulara bakarken Ege, hikâyesine başlamadan önce son bir kez daha konuştu.
“Şimdi not al. Anıl, Ender, Giray, Neda, Bilge. Narin’in beş yakın arkadaşı ve hayatının büyük bir kısmını kaplayan insanlar. Bundan sonra onlarla devam edeceğiz.”
Söylediği beş rumuzu not aldım. Önümüzdeki aylarda bu beş ismin rüyalarıma gireceğine hiç olmadığım kadar emindim.

SafderunHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin