but life is so cold

147 40 59
                                    

[ama hayat fazla soğuk]

UYARI:
bölüm; kan, silah, bıçak, işkence gibi ögeler içermektedir. rahatsız olacaklar atlayabilir.

•••

düzensizce inip kalkan göğüs kafesi ona yardımcı olmazken karşısında acıdan bayılan kadın da keyfini kaçırmıştı. gözlerini devirerek elindeki kemeri beline bağladı ve eserine gururla baktı. bir saat önce beyazlar içinde olan kadının şimdi vücudu kandan görülmüyordu. hak ettiğinden azını ya da fazlasını almamıştı, küçük kıza ne yaptıysa onu yaşıyordu.

"onur konuğumuz bayıldığına göre..." dedi coşkuyla, topukları üstünde diğerlerine dönerken. hepsi ona canavarmış gibi bakıyordu, kendi yaşattıklarını düşünmeden. "...bu işi daha fazla uzatmaya gerek yok, ha?"

"ama merak etmeyin, birbirinizin sonunu görebileceksiniz." beline sabitlediği silahı çıkardığı gibi charlotte'ın kalbine hedef aldı. "sen hariç, annecik." ne olduğunu anlamasına müsaade etmeden tetiği çektiğinde deponun içinde iki kadının çığlıkları yankılanmıştı. hepsinin ağzını boşuna mı bağlamıştı yahu!

"bir sonraki olmak istemiyorsanız sesinizi kesin." diye bağırdığı sırada silahı josh'a doğrulttu, gözlerini kısıp nereyi vuracağını düşünürken josh ecel terleri atmaya başlamıştı bile. bir şeyler söylemeye uğraştı fakat ağzındaki kumaş parçası yüzünden anlaşılmıyordu. bu kadar aciz görünmeleri michel'e zevk veriyordu.

"ağlama, küçük josh. hemen ölmeyeceksin," sonunda karar vermişti. bacağındaki yaraya ek olarak karın boşluğunda da bir delik açtı ve gülümsedi. "önce biraz acı çekmen gerek."

josh'ın inlemelerini duymazdan gelerek arkasını döndü, düşünmesi gerekiyordu. şimdi ne yapmalıydı? eğer ölümlere başladıysa bitirmeliydi elbette. normalde onları günlerce aç ve susuz bırakıp daha sonra bu aşamaya geçecekti fakat yüzlerini görmek bile öfkelenmesini sağladığından en iyisinin bu olacağına karar vermişti. tabii hak ettikleri acıyı çekmeden hiçbiri ölmeyecekti. anneyi sırf sinirlerine dokunduğu için direkt öldürmüştü. eh, bazen planda değişiklikler yapılabilirdi.

tekrardan onlara döndü. heyecanı hâlâ diriydi, kurbanlarının korkusu da öyle. eğlenmesini sağlayan tek şey oydu nihayetinde.

"merhaba, güzellik," dedi laura'ya doğru ilerlerken. elinde tuttuğu bıçağı gören laura debelenmeye başlasa da yararsızdı, hiçbir şekilde kurtulamazdı. "psikolojik rahatsızlıkların olduğunu duydum, özellikle intihara yatkın olanlardan."

kazağının kollarını sıvadı ve bileklerini ortaya çıkardı. laura'nın boğuk çığlıkları eşliğinde onlara yatay çizikler attığı sırada konuşmaya devam ediyordu, "nesin sen, deli falan mı? yok artık, şimdi de bileklerini keserek intihar mı ediyorsun? hayatım, bu kadar çabuk vazgeçme ama. yaşamak için bir sebep bulursun illaki. tabii birileri o sebepleri senden çekip almazsa, tıpkı angel'a yaptığınız gibi!" sonlara doğru yükselmiş, attığı birkaç çizik daha derine gitmişti fakat umursamadı. eninde sonunda kan kaybından ölecekti zaten.

geri çekildi, laura hıçkırarak ağlarken adımları kevin'a yönelmişti bu sefer. kendisine nefret dolu gözlerle bakan çocuğa yapmacık bir şekilde sırıttı. "n'aber? rahat mısın?" ağzının içinden küfür ettiğini gördüğünde sırıtması büyümüştü.

kana bulanmış bıçağı kevin'ın tişörtüne silerek temizledi, öyle yavaş hareket ediyordu ki, kevin bir anda o bıçağı karnına saplamasını beklememiş olmalıydı. acı içinde kasılan bedenine birkaç bıçak darbesi daha aldı, üç, beş ya da sekiz. sayamamıştı.

michel yüzündeki büyük gülümseme eşliğinde onunla da işini bitirmiş, bıçağı tekrar kevin'ın üstüne sildikten sonra birkaç adım gerilemişti. karşısındaki manzarayı uzun süredir yaratmak için bekliyordu. madem isa ortadan kaybolmuş, tanrı da yardım eli göndermemişti; o zaman michel büyük bir zevkle onların görevini yerine getirebilirdi.

"ah, şuranın güzelliğine bir bakın!" dedi, sevinçle. kan kaybından her ân ölebilirlerdi, acı içinde yüzüyorlardı. bundan daha güzel bir görüntü olamazdı!

ama yapılacak son bir şey vardı.

henüz ayılmamış olan rahibeye yöneltti adımlarını. bedenine aldığı darbeler onu öldürecek büyüklükte değildi, bu yüzden üzerinde biraz daha çalışması gerekiyordu. elinden bırakmadığı bıçak yardımıyla jenna'nın yüzüne dökülen saçları kenara itti ve uyanması için yanağına birkaç kere vurdu. tokatların sertliğini arttırdığında rahibe de gözlerini aralamıştı sonunda.

"aramıza tekrar hoş geldin, sister," diye mırıldandı kulağına doğru, ardından çenesinden tuttuğu gibi kafasını diğerlerine çevirdi. "yakında bu tablonun bir parçası olacaksın, tatlı jenna."

"söylesene, sence isa nereye gitmiştir?" bir anda aklına gelen o soruyla meraklı bakışlarını rahibeye sabitledi. ağlıyordu, canı yanıyor ve korkuyordu. tıpkı olması gerektiği gibi.

dudaklarını yaladı, konuşmaya ve söyleyecek söz bulmaya uğraştı fakat ağzından çıkan tek şey bir hıçkırık olmuştu. güldü michel. "ben de öyle düşünmüştüm."

saçlarından tutarak kafasını geriye yatırdı ve bir süre rahibenin acı içindeki yüzünü inceledi. aynı jenna'nın angel'a yaptığı gibi onu, isa'ya benzetmişti. çarmıha gerilmiş bir biçimde, kanla kaplıydı. ve daha fazlası gelmek üzereydi.

sol elindeki bıçak yardımıyla boynuna uzunca bir çizik attı hışımla. kanlar bir şelale gibi göğsünden aşağıya kayarken ona tiksintiyle baktı ve ölmeden hemen önce, bunu yaptığını bilmesini istemişti, yüzüne tükürdü.

bıçağı temizleyip kemerine yerleştirdi. arka cebine koymuş olduğu not kağıtlarını eline aldı, büyük bir özenle tek tek hepsinin kalbine yapıştırdı onları. düşündü, her şeyi halletmişti. gitme vaktiydi.

kalplerinin üstünde isa'nın şeytanları yazısını taşıyan kurbanlarına son kez göz gezdirdi, içine yerleşen rahatlama hissiyle bir nefes bıraktı havaya ve topuklu ayakkabılarının çıkardığı gürültü eşliğinde hepsini ölüme terk etti.

hak ettikleri tek yere.

•••

where did jesus go?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin