Toz pembe hayallerin bile karla kaplandığı kefene sarılmış şehrim... Hani derler ya hep, buralara kar uğramaz diye hepsini "Ölü Şehir"e topladım. Şimdi şehrimin üstüne ve umutlarımın hepsine durmadan yağıyor. Herkes o kardan top veya adam yapar ya ben onun olduğu halinin altında yürüyorum, yok olan bu şehirde var olmaya çalışıyorum. Sokakta bir gülme sesi, korna falan dâhil hiç bir şey yok. İnsanlar bile dayanamaz ölümün bu ürpertici soğuk ve sessizliğine. Ama bazen soğukla mücadele eden sıcak insanlar olur. Bu yoklukta varlığa tutunan o güzel insanlar, bu beyaz kefenin yakıştığı mekânlar.
Henüz altı yaşındayken annem sessiz sedasız bize veda etti. Babam ilham perisinin son nefesinden sonra benimle beraber kendini bu Ölü Şehir'e hapsetti. Annemle yazmaya başladığı kitabı burada bitirecekti. Yemedi içmedi ve o kitap asla bitmedi. Ama babam, beni bir cümle arasında terk etti ve annemin yanına gitti. Babamın hayatına hep iki masa eşlik etmişti, çalışma masası ve Santi kafedeki on sekiz numaralı masa. Evden ancak oranın manzarası için çıkar insanlarla bağ kurmaktan kaçınırdı. Annemin ölümünden çıkardığı bir ders varsa o da kurulan bağların kopmadığıydı. O bağlar boynunuza dolanır sizi ölüm ile hayat arasında nefessiz bırakırdı. Bir insan nefessiz, boynunda bir iple ne zamana kadar yaşardı? Ettiği vedadan sonra kafenin sahibi bana bakmaya razı oldu. Mithat abinin eşi onu iki oğluyla bir başına bırakıp ünlü olma hevesine kapılmıştı. Bu Aytekin ile Çelebi'nin ilk yarasıydı.
Bu yaralar uslanmazdı. Bir yarayı daha büyüğü kapatacaktı ama bundan daha çok acıtanı kalmamıştı. Ne onların annesi geri gelmek istedi ne de benim babam kitabını bitirmekten ölünce vazgeçti. Annemin öldüğüne katlanamayıp yaşadığı dünyaya sığınırken o dünyada ömür boyu sıkışıp kalmıştı. En kötüsü de Ölü Şehir onun ölümünü saklamayı başardı. Koskoca yazar "Çınar Akal"ın sadece tabutunu taşıyacak kadar uğurlayanı vardı. Dizilerde gerçekçi oynanıyor diyorsanız bu ana hiç şahit olmadınız demektir. Seladaki ismi tanımanın acısı beni ikinci defa yaktı. Artık Ölü Şehir'de babamdan birkaç parça vardı. İnsan toprağın üstünü o yüzden yeşillik ve betonlarla örttü çünkü üzerine baktıkça acılarını hatırlattı, yürümesi kolaydı, peki içinde yatması peki ya birini içine koyması... Sizin için büyük olan acılara ağlamayı bırakın çünkü o gün o gözyaşlarına ihtiyacınız olacak. Ben o gün babamın sığındığı dünyaya kaçmak için çok çabaladım ama gerçekler etrafımı sarmışken o dünya beni yanına almadı. Mezarının başına çöktüm kaldım en azından bedenine daha yakındım. Aytekin:
-Mısra, kalk elini ver ağlamak dışında bir şey yap, dedi. Ağzım zor hareket ediyordu. Önemi olmuyor o zaman, insan söyleyecek bir şey bulamıyor. Hayatta olanlarla konuşmaktansa gözyaşları ile toprağın bağrında yatana mesajlar yolluyor. Cevap vermezsem endişelenecek ve beni babamdan ayıracaktı ona:
- Sevdiğin, ailen tek tek kalbinden, hatıralarından sökülüp buraya gömülmedi senin. Ağlamamamı nasıl beklersin, dedim. Keşke konuşmayı beceremeseydim. Aytekin'in bu kadar ciddi olduğunu ilk defa görüyordum:
- Kalbinden sökülüp gömülünce ki acıyı bilmesem de solumda annemin mezarı, yaşamaya çalışırken yanımda sen vardın. Herkesin gözyaşlarıma kıyamadığı anlarda sen onları omzunda sakladın. Burada beyazlara bürünüşünü izleyemem, dedi ve beni zorla oradan ayırdı. Aytekin haylaz enerjinin ta kendisiydi. Ağlamak gibi ciddi olaylar pek ona göre değildi. Bakmayın omzumda ağladığı zamanlar olduğuna her insan gibi gözyaşı dökerdi ama sonra bu anı kafasından siler eski şen haline geri dönerdi. Gülerken ağlardı yani kimse anlamazdı kırgınlıklarını. Gülüşünün ardına saklar kendi bile bulamazdı. Kendisi benim şarj aletim gibi bir şeydi. Ama benim bataryam o gün toprakta çürümeye terk edilmişti. Babam annem ve hayal dünyası hepsi beni Ölü Şehir 'de bıraktı. Eksik insanlar ancak birbirini tamamlardı. Mithat abi:
- Kızım bugün ve sonrası burası senin de evin. Yarın Aytekin ile Çelebi eşyalarını getirir sen de gönlünce şu boş odaya yerleşirsin. Sen uzun bir süre o eve gitme. Her köşedeki mutlu anıların bu sefer seni güldürmez, özlemini de dindirmez inan bana, dedi. Ağlamaktan tamam diyecek, başımı sallayacak halim bile kalmamıştı. Mithat abi halimden anladı ışığı kapattı ve çıktı. Yıldızlara dert yanayım biraz da dedim onları da bulamadım yerinde. Herkes bırakıyordu sanki beni bu Ölü Şehir 'in sessizliğine. O an babamın Mithat abiye verdiği yazıları aklıma geldi. Kitaplıktan birini çektim aldım. "Korkuyorum" kitabı sanki bugün okumam için yazmıştı. Açtım içini okumaya başladım:
"Sevmekten korkulur mu? Ben çok korkuyorum. İki hayatı birleştirmek bir kağıdı eş katlayamamak gibi biri bitiyor diğeri kendi sonu gelsin diye ümit ediyor. Severken ölmek ister mi insan? Ben onu her iki anlamda da kaybetmeden gitmek istiyorum. Peki ya benim ölümümün ondaki hüznü ne olacak? Ben ona canım derken iltifat etmiyordum biliyorum aynısını onun gözlerinde de görüyorum. Hem kim ne yapasın mezarsız ölüyü. Gözlerine bakıyorum şuanda da az önce ne diyordum bilmiyorum. Neydi az önceki telaşım? Bilmiyorum sadece cümlelerimden gelen sevda kokusunu alabiliyorum. Onu çok seviyorum ve onsuz bir hayat istemiyorum." On üç yıl istemediği bu hayatta hapisti. Bunu düşünmekten kendimi alamıyordum. O gün bu şehir sanki daha bir beyazdı.
- Siyah mıydı hala mutsuzluğun rengi yoksa beyaz mıydı hala renklerin en güzeli? -
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ölü Şehir
Teen FictionNe ki bu siyaha olan öfkemiz? En kötü günlere kara deyişimiz. Halbuki en çok beyaz üzer bizi. Kayıplarımızın beyazlara bürünüp dünyamızı bile terk etmesi. Beyaza giden insanın siyah ile tutulan yasları. Aniden gelen inatçı aşkları... -Kaç kişiyi kay...